Ulema, Devlet ve Rant: İslam Dünyasında Otoriterlik | Ahmet Kuru

22 Ocak 2022’de Cuma namazının ardından mihrapta konuşan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan “Hz. Adem Efendimize kimsenin dili uzanamaz. O uzanan dilleri yeri geldiğinde koparmak da bizim görevimizdir” dedi. O an camide bulanan imam veya sonrasında Diyanet yetkilileri ibadet ortamını politize eden bu konuşmayı eleştirmediler, yanlış bulduklarına dair bir tavır sergilemediler. Türkiye’de imamların ve dini eğitim almışların –yani ulema sınıfının– büyük çoğunluğunu temsil eden Diyanet’in Erdoğan iktidarı ile ilişkisi o derece iç içedir ki bu tarz bir tavır akla bile gelmemektedir.

Bu ilişki sadece Diyanet görevlilerinin memur ve Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasıyla açıklanamaz. Zira yeri geldiğinde memurlar prensip ve kurumlarını koruma adına siyasetçileri eleştirebilir veya istifa edebilirler. Sorunun temelinde ulema ile devlet arasındaki ilişkinin yüzyıllarca yıllık geçmişi olan bir ittifaka dayanıyor olması yatmaktadır. 

Ulema-devlet ittifakı karşılıklı bir ilişkidir. Ulema, devlet yöneticilerine dini meşruiyet ve dokunulmazlık sağlar, muhafazakar kitlenin desteğini temin eder ve siyasi rakipleri dini açıdan yetersizlikle yaftalama imkanını sunar. Ulema da bu ittifaktan hem finansman hem din eğitimini kontrol hem de dini söylemi tekeline almak gibi faydalar sağlar.

Türkiye’nin dışlayıcı laik hükümetlerce yönetildiği dönemlerde ulema-devlet ittifakı zayıflamış, değişime uğramış, ama yine de tamamen sona ermemiştir. Erdoğan iktidarı döneminde ise ulema-devlet ittifakı –Osmanlı dönemini anımsatan bir şekilde– siyasette merkezi bir konuma yükselmiştir.

Türkiye’de yaşananlar aslında İslam dünyasında son 50 yıldaki tedrici dönüşümün bir parçasıdır. En son çarpıcı örnek Afganistan’da Taliban’ın yönetimi tekrar ele geçirmesidir. Adından da anlaşılacağı gibi Taliban yöneticilerinin çoğunluğu medreselerde yetişmiş bir örgüttür. Taliban iktidarında ulema, devletin bir müttefiki olmanın ötesine geçmiş; yasama, yürütme ve yargıyı kontrol altına alarak, “devlet biziz” demiştir.

Dünyadaki 50 Müslüman çoğunluklu ülke arasında Türkiye en uzun laik devlet deneyimine, Afganistan ise (İran’la birlikte) en derin teokratik rejim tecrübesine sahiptir. Diğer birçok Müslüman ülkede ise ulema-devlet ittifakları farklılıklar göstermektedir. Tüm çeşitliliklerine rağmen bu ittifakların ortak özelliği, demokratikleşme ve kalkınma çabalarına zarar veriyor olmalarıdır.

Ne İslam Ne de Batı Sömürgeciliği

Müslüman çoğunluklu 50 ülkeden 45’i otoriter rejimlere sahip ve sadece 5’i demokrasi ile yönetilmekte. Dahası bu ülkeler –sadece Batılı ülkelerle değil, dünya ortalamalarıyla bile karşılaştırıldıklarında– kişi başına düşen milli gelir, kişi başına okul yılı, okuryazarlık oranı ve ortalama yaşam beklentisi gibi sosyo-ekonomik kriterler açısından daha düşük gelişmişlik seviyeleri göstermekteler. Kısacası bu ülkelerin birçoğu otoriterlik ve geri kalmışlık kısır döngüsünü yaşamaktalar.

İslam tarihinin ilk asırlarındaki sosyo-ekonomik ve bilimsel ilerleme düşünüldüğünde, Müslüman ülkelerin günümüzdeki az gelişmişliği anlaşılması zor bir durum. Özellikle 8. ve 11. yüzyıllar arasında Müslümanlar dünyanın en büyük şehirlerinin ve en önde gelen filozoflarının birçoğuna sahiptiler. Sonradan dünyada gelişimin öncüsü olacak olan Batı Avrupa bu dönemde İslam dünyasının çok gerisindeydi. Batı Avrupa’nın ne İbn Sina gibi bir filozofu vardı ne Bağdat gibi bir şehri ne de Abbasi dinarı gibi bir para birimi.

İslam dünyasının erken tarihindeki parlaklığı ile modern dönemdeki krizi arasındaki uçurum nasıl açıklanabilir? İki yaygın açıklama var. Birine göre sorun İslam’da, diğerine göre ise Batı sömürgeciliğinde. Ama her ikisi de eksik ve hatta yanıltıcı açıklamalar.

İslam’ı ilerlemenin önündeki engel olarak tanımlayan bakış açısı ilk Müslümanların bilimsel ve sosyo-ekonomik başarılarını açıklamakta yetersiz. Dört yüzyıl boyunca Müslüman toplumlar felsefi ve ticari bir altın çağ ortaya koyan yaratıcı bir entelektüel sınıfa ve üretken bir ekonomik sınıfa sahiptiler. Müslüman bilginler matematik, optik ve tıp alanlarında çığır açıcı katkılarda bulundular. Müslümanlar Batı Avrupalılara temel finansal araçları, ondalık sayma sistemini ve nasıl kağıt üretileceğini öğrettiler.

Öte yandan Batı sömürgeciliğine dayalı açıklama da sorunlu. Zira Batı kolonizasyonu 18. yüzyılda belirginleştiğinde Müslüman toplumların bilimsel ve ekonomik durgunluğu çoktan başlamıştı. Ayrıca son yarım asırdır Asya ve Latin Amerika’daki bazı ülkeler –sömürge geçmişlerine rağmen– ekonomik kalkınma ve/ya demokratikleşmeyi başardılar. Bu durum da sömürge geçmişine rağmen ilerlemenin mümkün olduğunu göstermektedir.

Ulema-Devlet İttifakı

Günümüzde Müslüman ülkelerin yaşadıkları siyasi ve sosyo-ekonomik krizin temelinde İslam, Otoriterlik ve Geri Kalmışlık kitabımda detaylı açıkladığım bir kavram olan “ulema-devlet ittifakı” yatmaktadır.

Müslümanların 8. ve 11. yüzyıllar arasındaki üretkenlikleri dar anlamda bir “dindarlığın” sonucu değildi. Aksine çoğulculuk, yaratıcılık, başka kültürlere saygı gibi temellere sahipti. Bu başarılar hem çeşitli mezheplere mensup Müslümanların hem de Hristiyan, Yahudi, Mecusi, agnostik gibi geniş inanç yelpazesindeki insanların katkılarıyla ortaya çıkmıştı. 

Bu dönemde ulema ve devlet arasında belirli bir ayrım vardı. Ulemanın büyük çoğunluğu ve en bilinen liderleri devlet memurluğunu reddediyor, geçimlerini özel sektörde, özellikle de ticaretle temin ediyorlardı. Bu tarihi tecrübe günümüzde –hem İslamcıların hem de İslam karşıtlarının tekrar ettikleri bir ezber olan– “İslam’ın din ve devlet ayrımını reddettiği” iddiasının yanlışlığını ortaya koymaktadır.

Ancak 11. yüzyılın ortalarında ulema-devlet ittifakı ortaya çıkmaya başladı. Bu ittifak bağımsız düşünürleri ve ekonomik girişimcileri uzun vadede marjinalleştirdi. İslam dünyasında yüzyıllarca süren entelektüel ve ekonomik durgunluğa yol açtı.

Müslüman yöneticiler sorunun farkına Avrupa’nın askeri ve iktisadi üstünlüğü tartışmasız bir şekilde ortaya çıkınca varabildiler. On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu ve Mısır’da Batılılaşma reformlarını uygulayan devlet yöneticileri ulema ile ittifaklarını zayıflattılar. Dahası 20. yüzyılın ilk yarısında bağımsızlığını kazanan Müslüman çoğunluklu devletlerin çoğu laik denilebilecek politikalar izleyen liderlerce kuruldu. 

Fakat bu reformist ve laik yöneticilerin ortak bir sorunu vardı: reformları devlet merkezliydi. Bağımsız ekonomik girişimcilerin ve yaratıcı bir entelektüel sınıfın ortaya çıkmasını teşvik etmediler; aksine, bürokratların ekonomi ve hatta düşünce hayatı üzerinde egemenliğini savundular. Bu yüzden de Müslüman ülkeler yeterli iktisadi ve fikri yaratıcılığa ulaşamadı.

Laik rejimlerin otoriter ve başarısız politikaları, son yarım yüzyılda ulemanın ve İslamcıların yükselişine yardımcı oldu. Birçok Müslüman ülke sosyal, siyasi ve hatta hukuki alanlarda dinin artan etkisine şahit oldu. Bu süreçte ulema-devlet ittifakı da birçok ülkede güçlendi. Bunun yansıması olarak dinden çıkma ve dine hakaret konularında cezalar getirildi ve böylece muhalif dini ve siyasi görüşlerin ifade hürriyeti kısıtlandı veya ortadan kaldırıldı.

Bu süreç İran’da ulema sınıfının devleti tamamen kontrol altına alması, Pakistan’da federal şeriat mahkemesi kurulması ve dine hakaret edenlere idam cezası verilmesi, Mısır’da şeriatın anayasal konum kazanması ve El-Ezher ile Müftülük gibi kurumların güçlenmesi, Türkiye’de ise Diyanet’in etkisinin derinleşmesi ve eğitimde İslamcı politikaların yaygınlaşması gibi farklı şekillerde kendisini gösterdi. Tüm bu ülkelerde ulema-devlet ittifakı değişik oran ve şekillerde güçlendi.

Rantçı Ekonomi

Ulema-devlet ittifakı ideolojik özelliğinin yanı sıra finansal boyutu da olan bir güç ilişkidir. Tarihte tımar sistemi ile toprak gelirlerinden beslenen bu yapı günümüzde büyük oranda rantçı ekonomiye dayanmaktadır. Rant gelirlerinin ana tanımı petrol, doğalgaz ve diğer madenlere dayalı olsa da kanal geçiş ücreti, değerli arazilerin inşaata açılması ve dış borç gibi kaynaklar da rant kategorisinde görülebilir. Tüm bu kaynaklar yaratıcılık ve gerçek üretkenlik olmadan gelir getirir ve bir rant ekonomisi oluştururlar. 

Rantçı ekonomiler için tarihi dönüm noktası 1973 Krizi ve ardından yükselen petrol fiyatlarıdır. Kriz sonrasında Suudi Arabistan, 1979 İhtilali’nin ardından İran ve son yirmi yılda Katar petrol ve gaz gelirlerini yurtiçinde ulema-devlet ittifakını, yurtdışında ise İslamcı grupları desteklemek için kullandılar. Petrol ve gaz rantı Kazakistan ve Azerbaycan gibi laik devletlerde de otoriterliğin daha da derinleşmesinde önemli rol oynadı.

Günümüzde 50 Müslüman ülkenin 20’si petrol ve doğalgaz zenginidir. Bunların dışında kalan Türkiye gibi ülkelerin önemli bir bölümünde ise hükümetler çeşitli rant kaynakları ile üretim ve vergi dışı gelirler elde etme çabasındadırlar.  

Vergiye dayalı gelirler devlet ile vatandaş arasında “sözleşmeye” bağlı ve karşılıklı çıkara dayalı bir ilişki kurar. Vatandaş vergisini verir ve karşılığında devletten hizmet alır. Ranta dayalı ekonomilerde ise devlet parayı kontrol eden ve hatta vatandaşa dağıtan bir pozisyonda olduğu için devletin vatandaş karşısında eleştirilemez bir konuma yükselmesi söz konusudur. 

Rantçı zihniyetin bir uzantısı olarak birçok Müslüman ülkede devlet özel mülkiyete el koyabilmekte, bunu hem rant kaynağı hem de muhalifleri cezalandırma aracı olarak görmektedir. Son on yılda Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye gibi ülkelerde devlet cezalandırmak istediği grupları terörist ilan ederek özel mülkiyetlerine el koymuştur.

Devletin özel mülkiyete el koyduğu bir düzende bağımsız bir ekonomik girişimci sınıf ortaya çıkmaz. Ne sistematik bir şekilde teknoloji geliştirilir, ne de uzun süreli ekonomik kalkınma gerçekleşir.

Rantçı ekonomik yapı ve ulema-devlet ittifakı gibi sorunlar açısından bakıldığında Müslüman ülkelerin siyasi ve iktisadi gelecekleri karanlık görünmektedir. Peki, bu sorunlar nasıl çözülebilir? 

Gerekli Reformlar

Dört ay önce yazdığım bir raporda, Müslüman ülkelerin demokrasi ve kalkınma için yapmaları gereken reformları detaylı incelemiştim. Bu ülkelerde reform öncelikle zihniyette başlamalı. Düşünce ve söylem bazında İslam’ı veya Batı sömürgeciliğini suçlama kolaycılığı bırakılmalı. Bunun yerine asırlardır süregelen ekonomi üzerinde devlet kontrolü ve entelektüel karşıtlığı gibi sorunlar sorgulanmalı. Kısacası Müslüman toplumların siyasi ve sosyo-ekonomik sorunlarını çözebilmeleri için öncelikle bir özeleştiri yapmaları gerekmekte. Zaten Kuran da “Bir topluluk kendi iç durumunu değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez” (13:11) demiyor mu?

Kurumsal düzeyde ise Müslüman toplumlar dini, siyasi, entelektüel ve ekonomik sınıfların özerk bir şekilde faaliyet gösterebileceği açık, meritokratik ve rekabetçi sistemler kurmalı. Böyle bir reform din ve devlet ayrılığını da gerektirmektedir. İslam buna karşı değildir. Aksine erken İslam tarihinde dini ve siyasi otoriteler arasında belirli bir ayrılık yaşanmıştır.

Reformlar dinden dönme ve dine hakareti cezalandıran yasaların kaldırılmasını ve bu konularda dini eğitimde özgürlükçü bir yaklaşımın vurgulanmasını da kapsamalıdır. Düşünce özgürlüğü olmadan bilimsel ilerleme ve teknolojik gelişim ya gerçekleşmez ya da kalıcı olmaz.

İlerleme için ekonomik özgürlük de önemlidir. Reformlar devletin özel mülkiyete el koymasını ortadan kaldıracak düzenlemeler içermelidir. On sekizinci yüzyıldan itibaren mülkiyet hakkının korunması Batı Avrupa’da faiz oranlarının düşmesini, icatların çoğalmasını ve ekonomik büyümeyi sağlamlaştır. Benzer bir gelişme Müslüman ülkelerde de yaşanabilir. 

Bu reformların yapılması sadece bir idealizm değil, aynı zamanda ekonomik bir zorunluluktur. Ulema-devlet ittifakını finanse eden petrol gelirleri hem rezervlerin tükenmesi hem de alternatif enerji teknolojilerinin gelişmesiyle zamanla azalacak ve uzun vadede yok olacaktır. Birçok Müslüman ülke petrol sonrası döneme uyum sağlayabilmek için bu reformlara ihtiyaç duyacaktır.

İslam tarihinin yeniden yorumlanması reformları kolaylaştırabilir. Zira, ulema-devlet ittifakı ve devletçi ekonomi gibi İslam dünyasında ilerlemeyi engelleyen yapısal faktörler tarihi bir meşruiyet iddiasındadırlar. Aslında, tam tersine, İslam tarihinin ilk dönemlerindeki entelektüel ve ekonomik canlılık bu yapıları reddeden bir şekilde okunabilir ve din-devlet ilişkileri ile ekonomide yapılacak reformlara ilham kaynağı olabilir.

Bu yazının İngilizce versiyonu The New Arab‘da yayınlanmıştır. AlmancaArapçaEndonezceHollandacaİspanyolcaMalaycaSomalice ve Urduca’ya çevrilmiştir.

Yazdır
Scroll to Top