Georges Makdisi bir kitabında İslam düşüncesinde Batı tipi bir aydınlanmanın mümkün olmadığını iddia eder. Yine Richard Martin gibi akademisyenler de Batı tipi bir aydınlanmanın İslam tarihinde ancak Mutezile gibi istisnai örneklerde ve kısmen mümkün olduğunu söylemişlerdir.

Bu tartışmada aydınlanma konusunda merkez alınan örnek 17. ve 19. yüzyıllarda Batı’da gerçekleşen gelişmelerdir. Elbette insanlık, bu dönemden önce de akılcılığın önemli örneklerini (örneğin Aristo, Ibn Rüşt) ortaya çıkarmıştır. Peki, Batı’da ortaya çıkan modern akılcılığı merkeze alırsak, İslami bir aydınlanma mümkün mü?

Akıl ve Doğa

Tartışmaya konu ile ilgili temel bir metin olarak kabule dilen Kant’ın Aydınlanma Nedir? adlı eserinin girişindeki tanımlardan başlamak yerinde olur. Burada Kant 1784 yılında şunları yazmıştı (Nejat Bozkurt çevirisi):

“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür, bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapere aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster!”

Kant bize şunu söylüyor: Aydınlanma temel olarak insanın aklını başkasının kılavuzluğuna başvurmadan kullanmasıdır. Yani Kant’ın aydınlanma tanımında önerilen modelde akıl temel araçtır.

Doğal olarak aklın birincil ve en üst olarak tanımlandığı bir modelin doğurduğu şart da şudur: Madem akıl esastır, insanın etrafında aklın anlayacağı bir düzenin olması gerekir. 

O zaman aydınlanmacı rasyonalizmin iki ilkesini şöyle tanımlamak gerekiyor:

  • Aklın birincil ve en üst olması,
  • Doğada aklın anlayacağı bir düzenin var olması.

Şimdi elimizdeki teorik çerçeveyi İslami bağlamda şöyle sormamız gerekiyor:

  • Aklın birincil ve en üst olduğu bir İslami bakış mümkün mü?
  • Doğada değişmeyen yasalarla kurulmuş bir düzenin olduğunu söylemek İslami açıdan mümkün mü?

Akıl ve Vahiy

İslami bir bakış açısına göre aydınlanma tartışması bizi hemen şu konuya götürür: Bir din olarak İslam’ın kaynağının vahiy olduğu düşünülerse aklın üstünlüğü veya birincilliği iddia edilebilir mi? Daha açık sorarsak akıl, vahiy ile ilişkisinde birincil kabul edilebilir mi?

Bu temel bir konudur. Eğer bu sorulara “evet” olarak cevap verilmezse tartışma baştan bitmiş olur. Çünkü kendi aklının insan için birincil ve en üst olarak tanımlanmadığı bir sistem, bir aydınlanma modeli önermez.

Aklı birincil ve üst otorite olarak kabul etmenin mutlaka bir dinsizlik gerektirdiği görüşü daha ziyade Voltaire gibi örneklerle anılan Fransız Aydınlanması ile ilgili bir durumdur. Gerçekten de Fransız Aydınlanması’nın önerdiği rasyonalizm dinin reddedilmesi ile ancak mümkündü. Doğal olarak Fransız bir tipi aydınlanma İslami açıdan hiçbir biçimde onaylanamaz.

Ne var ki burada şunu hatırlamak gerekiyor: Fransız Aydınlanması yegane aydınlanma modeli değildir. Gertrude Himmelfarb’ın Moderniteye Yollar: İngiliz, Fransız ve Amerikan Aydınlanmaları adlı kitabında ifade ettiği gibi aydınlanmanın dinin reddedilmesini zorunlu kılmadığı Amerikan ve İngiltere örnekleri de var.

Nitekim bu kitapta Himmelfarb’ın verdiği önemli örneklerden birisi Newton’dır. Doğaya ve fiziğe ait yazdıkları ile neredeyse Hristiyan teolojisini sarsan Newton inançlı bir Hristiyan’dı. Newton bir yandan rasyonalizmin pratik temellerini atmakta, diğer yandan aklın açıklayabileceği kurallar üzerine devinim eden bir evrenin olduğunu ispatlamaktaydı. Ancak bütün bunlar Newton’da bir inançsızlık olarak sonuçlanmadı.

Himmelfarb’a göre Amerikan ve İngiliz örnekleri, aydınlanmanın mutlaka Fransa örneğinde olduğu gibi Tanrı’yı reddetmeyi gerektirmediğinin ispatıdır.

Tabii bu yaklaşım şunu gerektirmektedir: Tanrı’yı reddetmeksizin ancak aklın üstün ve birincil olduğu bir yöntem mümkündür. Çünkü Kant’ın baştaki tanımına dönersek –Tanrı’nın vahyi de olsa— aklın üstünde bir otorite kabul edildiği zaman aydınlanma söz konusu değildir.

Peki, İslam düşüncesinde aklın birincil ve üst otorite olduğunu önermek mümkün müdür?

İslam düşüncesinde sadece Mutezile gibi –çeşitli tarihsel nedenlerle dışlanan– ekoller değil, Maturidi-Hanefi gelenek içinde, Sünnilerce muteber görülen pek çok isim de aklın birincil ve üst otorite olduğu bir yorumu mümkün görmüştür.

Örnek vermek gerekirse: Maturidi, Kitabü’t-Tevhid adlı eserinde (Bekir Topaloğlu çevirisi) “nesnelerin ve olayların gerçekliklerinin bilinmesine götüren yolların” başında duyu organlarını ve akıl yürütmeyi koymuştur. Maturidi’ye göre “nihai bilgi sadece akıl çerçevesindedir.” Nitekim, “bu hususları bilmenin yolu ise nesne ve olayları incelemek suretiyle akıl kullanmaktan ibarettir, başka bir yöntem de mevcut değildir.” 

Aklın önemini tartışırken Maturidi muhtemelen bütün İslami literatürde görülebilecek en önemli argümanlardan birini de kaleme alıştır. Maturidi’ye göre “akıl yürütmeyi inkar eden kimsenin elinde onu reddetmek için akıl yürütmekten başka bir kanıt yoktur.” Başka bir ifade ile aklın birincilliğini reddedenler de aslında bunu aklı kullanarak yapmaktadırlar. Dolayısı ile aklı inkar da paradoksal olarak aklı savunmaktır.

Yakın tarihten bir başka örnek verirsek: Said Nursi, akıl ve vahiy arasındaki ilişkinin nasıl olması lazım geldiğini “bunlar birbirleri ile çeliştikleri zaman ne olur?” sorusu içinde açıklamıştır. Nursi’ye göre “akıl asıl itibar olunur.”

Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak burada önemli olan şudur: İslami düşünceyi tarihsel olarak rasyonalistler ve gelenekçiler olarak ikiye bölünmüş olarak görmek gerekiyor. Bu bölünmede aklı merkeze alan ve rasyonalistler olarak tanımlayacağımız pek çok kişi ve ekol içinde aklı birincil ve üst otorite olarak kabul eden yaklaşımlar görmek mümkündür.

Gelenekçiler ve Akıl

Gelenekçi olarak tanımlanacak taraf ise aklı elbette reddetmez, ancak onu araçsal yani ikincil olarak kullanmak ister. Bu ekolün önde gelen isimleri arasında İslam ve Moderniteye Direnen Müslümanlar: Türkiye Örneği adlı yeni kitabımda detaylı incelediğim Eşari, Şafii, Hanbeli ve Gazali bulunmaktadır.

Örneğin, bugünkü Sünniliğin yöntemsel olarak oluşumunda büyük etkisi olan Şafii’yi Risale adlı eserinden tartışırsak neredeyse akılcılığın karşıtlığını görürüz. Şafii’ye göre Kuran ve hadisler her derde devadır ve onların dışında akılcı yöntemlerle çareler aramak yanlıştır.

İslam tarihinde Şafii’den daha tutucu ve akılcılık karşıtı isimler de olmuştur (örneğin Ahmed bin Hanbel) ancak günümüzde hakim olan Sünni bakışı fıkhi ve bilgisel yöntem olarak neredeyse Şafii şekillendirdiği için çağdaş İslam dünyasındaki akıl üzerine yöntemsel şüphenin mimarı olarak o görülebilir.

Yine epistemolojik düzeyde aklı araçsallaştıran isimlerin başında Gazali gelmektedir. Gazali akli yöntemleri kullanmakta ancak bunu rasyonalist bir sonuç üretmeden yapmaktadır. Bir bakıma aklı kullanmak ve akılcılık arasındaki farkın ne kadar önemli olduğunu anlamak için Gazali iyi bir örnektir. Maturidi’nin yukarda alıntılanan görüşünden ilhamla, Gazali için aklı kullanıp akılcılığa karşı gelmiş bir kişidir demek yanlış olmaz.

Sonuç olarak İslam düşüncesinde aklı birincil ve üst otorite olarak kabul eden bir aydınlanmacı bakış pek ala mümkündür. Ancak temel sorun bugünkü Sünniliği niteleyen bakış açısının akılcılığın karşısında konumlanmış Şafii ve Gazali gibi aktörlerce belirlenmesidir.

Doğa ve Düzen

Aydınlanmanın ikinci koşulunu değişmeyen kurallar üzerine devinim eden bir doğa düzeni olduğunu kabul etmek olarak tanımlamıştık. Eğer bir doğal düzen yoksa aklın zaten bir anlamı da olmayacaktır. Aklın çalışması için açıklanabilecek doğal bir düzen olmalıdır.

Akıl konusunda olduğu gibi doğa düzeni konusunda da İslami bakış ikiye bölünmüş durumdadır.

Kökenini Eşari bakıştan alan ve Gazali tarafından daha sistemli hale getirilen bakışa göre doğa kuralları yoktur. Bütün olup bitenleri Allah bizzat bir aktör/fail olarak yapmaktadır. Bizim doğa kuralları olarak gördüğümüz şeyler bir tür illüzyondur. Esasen bunlar Tanrı’nın adetleri yani süregelen yaratma biçimleridir. Hal böyle olunca Tanrı isterse adetlerinde değişiklik yapabilir; mesela bir insan uçabilir, bir kuş konuşabilir.

Gazali’nin bakış açısı bugün Sünni dünyada neredeyse tamamen hakimdir. Bu bakışın doğal bir sonucu ise “madem her şeyi bizzat Tanrı yapıyor, dua ederek O’nu ikna etmek ve olacak şeyleri etkilemek mümkündür” şeklinde özetlenebilir.

Örneğin, önümüzdeki hafta Barcelona maçında kimin ilk sarı kartı göreceğine Tanrı karar vermektedir. Bu bakış Tanrı ve evren arasındaki ilişkiyi Tanrı’nın aktör olarak her şeye karar verdiği bir model biçiminde açıklamaktadır.

Kökenini Eşari’den alan bu bakışa göre bir İslami aydınlanma mümkün değildir, çünkü son tahlilde doğa kurallarının olduğu reddedilmektedir. Nitekim, günümüz İslam dünyasında sağlıktan depreme, oradan teknolojik konulara kadar yaşanan pek çok sorunun kaynağında Eşari doğa görüşü bulunmaktadır.

Eşari görüşünün karşısında ise, görüşleri çeşitli düzeylerde farklılıklar içeren, Maturidi, Mutezile ve Ibn Rüşt gibi rasyonalist bakış açıları vardır. Temel olarak bu rasyonalist görüşlerde Tanrı ve kainat arasındaki ilişki irade değil kudret kavramı ile açıklanmaktadır. Buna göre Güneş’in bütün enerjinin kaynağı olması gibi tanrısal kudret her şeyin sebebidir, ancak bu, insanlarda olduğu gibi bir tür aktör/fail olmayı gerektirmez. İbn Rüşt’e göre – ki aynı bakışa büyük ölçüde Maturidi’de de rastlamak mümkündür – Tanrı’nın insanlar gibi bir aktör olarak kainata sokulması esasen ilahi mükemmelliğe uygun bir açıklama değildir. Kainatta her şey Tanrı’dandır, ancak doğal bir düzen de vardır. Tanrı’nın bir düzen var etmesi O’nun hikmeti ve gücü ile çelişkili bir durum değildir.

Aksine, doğada bir düzen olmadığını ve her şeyin her an değişeceğini önermek kabul edilecek bir açıklama değildir. Nitekim, İbn Rüşt Tahafut Al-Tahafut adlı eserinde Gazali’yi eleştirirken, Gazali’nin önerdiği Tanrı kavramının kural tanımayan bir tirana benzediğini söylemiştir. İbn Rüşt’e göre kuralların olmadığı ve Tanrı’nın her an her şeyi yapacağı bir kainat modeli tutarlı bir izah değildir.

Dolayısı ile İslami bir aydınlanmanın ikinci koşulu olan, aklın anlayacağı ve açıklayabileceği bir doğal düzenin olduğu önermesini savunmak dini açıdan mümkündür. Ancak tıpkı akıl konusunda olduğu gibi, temel sorun, günümüz İslam dünyasını şekillendiren yaklaşımın Eşari-Gazali çizgisi olmasıdır.

Sonuç

İslami bir aydınlanma hem teorik hem de tarihsel olarak –pek çok örnekte görüldüğü gibi– mümkündür. Bugünkü temel sorun, İslami düşünce çizgisinin akılcılığa şüphe ile bakan kişi ve yorumların etkisi altında olmasıdır.

Günümüzde hakim İslami bakış – özellikle popüler Sünnilik – akla ve doğanın bilimsel açıklanmasına görünüşte araçsal olarak ancak izin vermekte, ancak bu pratikte din ve bilim arasında kavgadan başka sonuç üretmemektedir. Sonu gelmeyen yorumlarla bu tartışmayı bitirmenin imkanı yoktur. Yapılması lazım gelen, İslami gelenek içinde akılcılığa ve doğadaki sebep-sonuç ilişkilerine önem veren yorumları temel referans kabul etmektir. Ancak bu şekilde Müslümanların da bir aydınlanma yaşamaları ve entelektüel durağanlıktan kurtulmaları mümkün olacaktır.

Yazdır