Müslüman-çoğunluklu ülkelerin bir çoğunun otoriterlik, sosyo-ekonomik azgelişmişlik ve entelektüel durağanlık gibi sorunları din ile devlet arasında yeterli bir ayrım olmaması ile bağlantılıdır.
Böyle bir ayrım olmadığından devlet adamlarının din prensiplerine aykırı birçok uygulaması karşısında din adamları sessiz kalmakta ve hatta bunları meşrulaştıran fetvalar üretmektedir. Kişisel uygulamaların ötesinde devlet kavramının kutsanması, devlet adına yapılan hak ihlallerinin örtbas edilmesi ve ileride tekrarlanması sonucunu da doğurmaktadır.
Din adamları da kendilerine göre bu ilişkiden faydalanmaktadırlar. Devlet gücünü yanına alarak alternatif dini düşünceleri sapıklık olarak nitelendirmekte ve tartışılmalarına izin vermemektedirler.
Din ile devlet arasında bir ayrım olmadığında vatandaşlık kavramı açısından da sorunlar ortaya çıkmaktadır. Devlet tarafından desteklenen dini kabul etmeyenler için birinci sınıf vatandaş olma ihtimali azalmaktadır.
Peki bu kadar sorunlu bir olgu olan din-devlet ittifakı neden Müslüman ülkelerin genel bir özelliği gibi görünmektedir?
İslam ve Hristiyanlık
Genel kabul görmüş bir görüşe göre Müslüman ülkelerde din-devlet ayrımı konusundaki sorunlu durum İslam dininin bu konudaki öğretisinden kaynaklanmaktadır.
Batılı bir çok akademisyen bu görüşü savunurken Hristiyanlık ile İslamiyet’i karşılaştırırlar. Örneğin Bernard Lewis ve Samuel Huntington için İslam din-devlet ayrımını temelden reddeden bir dindir ve bu açıdan Hristiyanlığın zıddı olarak görülebilir.
Bu düşünceyi savunan akademisyenler dini metinlere atıf yapmaktadırlar. Hz. İsa’nın Yeni Ahit’teki “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya ver” sözünü vurgulamakta ve Hz. Muhammed’in “Din ve siyasi otorite ikiz kardeştir. Din temel, siyasi otorite koruyucudur. Temeli olmayan çöker, koruyucusu olmayan mahvolur” dediğini iddia etmektedirler.
İslamiyet’in din-devlet ayrımını tamamen reddettiğini iddia eden bir başka grup ise İslamcılardır. Hasan el-Benna, Seyyid Kutup, Mevdudi ve Humeyni gibi İslamcı ideologlar din-devlet kardeşliği fikrinin de ötesine geçerek, İslam’ın hem din hem de devlet olduğu seklinde ütopik bir ideolojiyi savunmuşlardır.
Bu iki iyi bilinen grubun dışında sıradan Müslümanların nazarında çok daha etkili ve eleştirilemez bir konumda tutulan üçüncü bir grup daha vardır ki bu da belirli alimlerdir. On birinci ve on ikinci asırlarda yaşamış olan Gazali ve Razi gibi alimler hem kendilerinden önceki dönemlerde bulunmayan şekilde din-devlet kardeşliğine vurgu yapmış, hem de kendilerinden sonraki dönemlerde bu düşüncenin dinin bir temel prensibi gibi görülmesine yol açmışlardır.
Dini Zannedilen Tarihi Yorumlar
Hristiyanlıktan farklı olarak İslam’ın din-devlet ayrımını reddettiği ve bu farklılığın iki dinin temel öğretilerinden kaynaklandığı konusundaki görüş yanlıştır. Siyasi konulardaki dini yorumlar kutsal metinlerden daha çok siyasi şartların etkisiyle şekillenmişlerdir.
Hristiyanlığın değişik yorumlarındaki din-devlet ayrımı kavramı Hz. İsa’nın sözlerinin değil, tarihi tecrübelerin bir sonucudur. Ortodoks Kilisesi ve Protestanlığın belirli yorumları din-devlet ayrımını bugün bile kabul etmezler. Katolik Kilisesi ve Protestanlığın diğer yorumlarının bu ayrımı kabullenmesi ise yüzyıllar süren kilise-devlet çatışmasının ve her iki kurumun da diğerini egemenliği altına alamamasının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Din-devlet ilişkileri konusunda farklı İslam yorumları da siyasi olaylar çerçevesinde şekillenmiştir. İlk dört halife döneminin ardından, dini liderler ile siyasi liderler arasında ciddi bir ayrılık yaşanmıştır. On binlerce Müslümanın birbirini öldürdüğü Cemel ve Sıffin savaşlarının sonrasında Emevi Hanedanı, Peygamber’in torunlarının katli ve akrabalarına baskı yapılmasına dayalı bir otorite inşa etmiştir. Ardından gelen Abbasiler de otoriterlik konusunda geri kalmamışlardır. Bu nedenle sadece Şiiler değil, bir çok Sünni için de, Emevi ve hatta Abbasi krallarının, kendilerine halife adını verseler de, dini bir meşruiyetleri esasen yoktur, yahut son derece zayıftır.
On birinci asrın ortalarına kadar süren bu dönemde Ebu Hanife, Malik, Şafii ve İbn Hanbel gibi önde gelen din alimleri devletten maaş almayı sorunlu görmüş ve devlet idarecileri ile araya mesafe koymanın gerekliliğine vurgu yapmışlardır. Devlet baskısına rağmen de bu tavırlarından vazgeçmemişlerdir. Sekizinci asır ile on birinci asrın ortası arasında yaşamış olan 3,900 İslam alimini inceleyen akademik bir makale bu alimlerin yalnızca yüzde 9’unun devlet memuru olarak maaş aldığını kalan yüzde 91’inin ise –başta ticaret olmak üzere– özel sektörden gelir elde ettiğini ortaya koymuştur.
Kısacası Mars’tan birisi 800 ile 1050 yılları arasında dünyaya gelse, Hristiyanlığı din-devlet birlikteliğini savunan bir din, İslam’ı ise din-devlet ayrımını savunan bir din olarak gözlemlerdi.
Her iki dinin devletle ilişkilere dair teori ve pratiklerinde sonraki yüzyıllarda değişimler yaşanmış ve sonuçta bugünkü yerleşik görüşe zemin hazırlayan bir tablo ortaya çıkmıştır.
Batı Avrupa’da papalar ve kralların birbirleri üzerine egemenlik kurma çabalarının başarısızlıkla sonuçlanması din-devlet ayrımı fikrini güçlendirmiştir.
İslam dünyasında ise on birinci asır ortasından itibaren devletin ikta sistemi ve diğer merkeziyetçi politikalarla tüccar sınıfını marjinalleştirmesi ve Nizamiye adıyla kendi kontrolünde medreseler inşa etmesiyle, ulema devlet memurluğunu daha çok kabullenir hale gelmiştir. Bu konuyu aşağıda daha detaylı ele alacağız.
Bu değişime rağmen İslam alimleri arasında devlet idarecileriyle ilişkilerde mesafeli olunması gerektiğine dair fikirler tamamen yok olmamıştır. On birinci asırdaki değişimin öncülerinden olan Gazali’de bile bu fikirlerin etkileri görülmektedir. Gazali, bir yandan, hem erken dönem hem de İhya-u Ulumi’d-Din gibi geç dönem eserlerinde din-devlet kardeşliğini savunmuş, ama öte yandan da, devlet yöneticileri ile yakın ilişkiye girmiş olduğundan dolayı pişmanlığını dile getirmiştir.
Hadis Denilen Sasani Özdeyişi
On birinci asrın ardından din-devlet ittifakının pratikte güçlenmesiyle beraber bu ittifakın teorik altyapısının da sağlamlaştırılması gerekti. Bu konuda dönemin uleması ve hatta bazı Sufi şeyhleri yazdıkları eserlerle katkılar yaptılar.
Peygamber ve ilk dört halife döneminde kurumsallaşmış bir devlet kavramı yoktu. İslam tarihinde taç, taht, muhafız gibi devlet ögelerini ilk kullanan Emevi devletinin kurucusu Muaviye’dir. Bu nedenle on birinci yüzyıl sonrasında din-devlet ittifakını savunanlar, Sasani tarihinden esinlenmiş ve Sasanilerin bu konudaki vecizlerine atıflar yapmışlardır.
Bu vecizelere meşhur bir örnek “Din ve siyasi otorite ikiz kardeştir” sözüdür. Yukarda değindiğim gibi bu sözü hem on birinci asır sonrası bazı ulema, hem de günümüzde Batılı akademisyenlerin bir kısmı hadis olarak nakletmektedirler. Aslında bu söz Peygamber’e değil, Sasani devletinin kurucu kralı Erdeşir’e (224–242) aittir. Farsçadan Arap’çaya Müslümanlar tarafından defalarca çevrilmiş olan meşhur “Vasiyetname”sinde Erdeşir, oğlu ve takipçilerine şöyle seslenir: “Din ve siyasi otorite ikiz kardeştir. Din temel, siyasi otorite koruyucudur. Temeli olmayan çöker, koruyucusu olmayan mahvolur.”
On birinci yüzyılın İslam-devlet ilişkilerinde bir dönüm noktası olduğu anlaşılmaktadır. Peki, bu yüzyılda ne olmuştur ve bu sonraki yüzyılları nasıl etkilemiştir?
Ulema-Devlet İttifakı
İslam, Otoriterlik ve Geri Kalmışlık: Küresel ve Tarihsel Bir Karşılaştırma adlı yeni kitabımda detaylarıyla açıkladığım gibi on birinci yüzyılda Müslüman dünyası iktisadi, siyasi ve dini bir değişim yaşadı. Yaşanan ekonomik krizin sonucunda devlet yöneticileri üst düzey memurların maaşlarını nakit ile ödemek yerine onlara ikta olarak adlandırılan bir sistem ile toprakları veya gelirlerini dağıtmaya başladılar. Bu sistem özel mülkiyet ve özel sektörün zayıflaması ile ekonomide devletçi bir modele geçişin temelini oluşturdu. Dahası devlet yapısı da Gazneliler ve Selçuklular ile birlikte askeri bir nitelik kazanmaya başladı.
Yine on birinci asırda tüm askeri güçlerini kaybetmiş olan Abbasi halifeleri içinde bulundukları sembolik durumdan rahatsızdılar. Bu durumu değiştirmek isteyen Halife Kadir ve sonra yerine geçen oğlu Halife Kaim, Şii devletlerini mağlup etmek için Sünnilere çağrılarda bulundular. Bu halifeler Şiiler, Mutezile (rasyonalist kelamcılar) ve filozofların önemli bir kesimini kafir ilan eden deklarasyonlar yayınladılar. Bu çağrılara Gazneliler ve sonrasında Selçuklular olumlu cevap verdiler.
Selçuklu İmparatorluğu idaresinde (1040-1194) Abbasi halifeleri ile Selçuklu sultanlarının ittifakları bu Sünni Ortodoks anlayış üzerine bina edildi. Selçuklu veziri Nizam ül-Mülk tarafından temelleri atılan ve bu yüzden Nizamiye adı verilen medreseler ile ulemanın devlet kontrolünde yetişmesi sağlandı. Tüccar sınıfının da zayıflaması sonucunda ulema için devletten maaş almak normal hale geldi.
Selçuklular Orta Asya, İran ve Irak’ta ulema-devlet ittifakını yerleştirdiler. Ardından gelen Moğol ve Haçlı işgalleri halkın askeri yöneticilere daha da çok kredi vermesini sağladı. Bu yöneticilerden olan Selahaddin ulema-devlet ittifakı modelini Suriye, Filistin ve Mısır’a yaydı. Sonrasında Osmanlılar tarafında bu model Anadolu ve Balkanlar’a taşınırken, Safeviler tarafından da Şii bir versiyonu İran’da tesis edildi.
Dışlayıcı Laiklik Tecrübesi
On dokuzuncu asrın sonlarında ve yirminci asır boyunca modernist düşünür ve siyasetçiler ulemayı ve medreseleri gelişmeye engel olarak nitelediler. Müslüman-çoğunluklu birçok ülkede laik devletler kuruldu.
Peki bu modernist projeler ve laik devletler din-devlet ayrımını gerçekten tesis edebildiler mi?
Büyük oranda edemediler. Zira bu devletlerin hemen hepsi ideolojik olarak dışlayıcı laikliği seçtiler ve başörtüsü yasağı gibi uygulamalar ile dinin kamusal alandaki etkisini marjinalize etmeye çalıştılar. Bu devletçi tutum gerçek bir din-devlet ayrımını sağlamak yerine, dini devletin kontrolünde tutmayı hedefledi.
Dahası, paradoksal olarak, dışlayıcı laik devletlerin çoğu –hem dini kontrol altında tutma hedefiyle hem de laikçi yasakların toplumda oluşturduğu tepkiyi dengeleme amacıyla– ulema ile yakın ilişkiler geliştirdiler. Bu çabaların bir örneğini Türkiye’de Kemalist rejimin Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilişkileri, diğer örneği ise Mısır’daki askeri rejimin El Ezher uleması ve müftülük gibi kurumlarla ilişkileridir.
Bu sorunlu ideoloji ve politikalardan dolayı Müslüman dünyadaki laik devletler bile sözde değil özde bir din-devlet ayrımını hayata geçirmediler. Üstelik onların baskıcı laik uygulamalarından dolayı dindar kitleler nezdinde laiklik ve din-devlet ayrımı kavramları daha da kredi kaybetti.
Son otuz yılda birçok ülkede dışlayıcı laikliğe bir tepki olarak sosyo-politik ve hukuki İslamileşme akımı yaşandı ve zaten kırılgan olan din-devlet ayrımı hem teoride hem de pratikte iyice zayıfladı.
Sonuç
İslam temel prensipleri itibariyle din-devlet ayrımına karşı bir din değildir. Hristiyanlık gibi İslam da din-devlet ilişkileri konusunda yorum çeşitliliğine ve karmaşık bir tarihe sahiptir. Sekizinci asırdan on birinci asrın ortasına kadar Müslüman dünyada dini liderler ile devlet yöneticileri arasında belirli bir ayrım yaşanmıştır. Sonrasında kurulan ulema-devlet ittifakı İslam dininin prensiplerini değil, on birinci asır ve sonrasının siyasi ve sosyo-ekonomik şartlarının etkilerini yansıtmaktadır.
Genelde tüm dinlerin, özelde ise İslamiyet’in devletle ilişkileri konusu dini metinlere dayalı ve onları okuyarak anlaşılabilecek bir olgu değildir. Bu konuda dini pratikler ve hatta dini yorumlar siyasi ve sosyo-ekonomik şartlara dayalı olarak değişim geçirmektedirler.
Günümüzde Müslüman-çoğunluklu ülkeler otoriterlik, sosyo-ekonomik azgelişmişlik ve bilimsel durağanlık gibi problemlerle karşı karşıyadır. Sadece din ile devletin değil, hayatın tüm alanlarının –birbirlerinin otonomisini kabul etme anlamında– bir ayrışma yaşaması bu sorunların çözümüne önemli bir katkıda bulunacaktır. Bilim, eğitim, sanat, spor, ekonomi gibi tüm alanlar hem birbirlerinden hem dinden hem de devletten ayrışmalı, kendi kriterleri ile değerlendirilecek bir otonomi kazanmalıdırlar.
–Bu yazının eski bir versiyonu İngilizce yayınlanmıştır. Boşnakça, Endonezce, Farsça ve Malayca‘ya da çevrilmiştir.