Yeni Türkiye’nin Ortak Paydası: Batı Karşıtlığı | Ahmet Kuru

Türkiye’de son dönemde Batı düşmanlığı hızlı bir şekilde yaygınlaşmakta. Uluslararası medyada Tayyip Erdoğan’ın Batı karşıtı söylemlerine geniş yer veriliyor. Ama aslında bu söylemler sadece Erdoğan ile sınırlı olmayıp Türkiye’de bazı büyük gruplar tarafından da benimsenmektedir. Hatta Erdoğan’ın Batı karşıtlığını değişik gruplardan elde ettiği desteği devam ettirmek için kullandığı da söylenebilir. Bir başka deyişle artık Türkiye’de Batı düşmanlığı o derece güçlü bir hal almıştır ki Erdoğan’ın iktidarının bileşenlerinden biri durumuna gelmiştir. Bu yazıda etkili bazı grupların Batı’ya yönelik düşmanlıklarının nedenlerini ve bu tutumun yol açtığı sorunları incelemeye çalışacağım.

Batı dediğimizde Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’daki ülkeleri kastetmekteyiz ve bu ülkelerin siyasi liderliğini yarım yüzyılı aşkın bir süredir ABD yapmaktadır. Türkiye’de Batı’nın en çok eleştirilen yanlarından biri ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik politikaları, özellikle de İsrail’e sunduğu sınırsız destek ve Irak’ı işgal etmesi gibi uygulamalarıdır. Türkiye’deki Batı karşıtları eğer sadece ABD dış politikasını eleştirselerdi haklı olabilirlerdi. Ama tersine bu politikalardan yola çıkarak toptancı ve indirgemeci bir bakışla Batı’nın geneline yönelik düşmanca bir tutumun Türkiye’de yaygınlaştığı görülmekte. Halbuki, ABD’nin sınırsız İsrail desteği ve Irak’ı işgal gibi saldırgan politikaları Batı Avrupa’da hatta ABD’nin içinde de oldukça büyük bir kitle tarafından eleştirilmektedir. O nedenle toptancı bir bakışla dış politika kararlarından dolayı tüm Batılılara cephe alınması yanlıştır.

Türkiye’de Batı karşıtlığının öncülüğünü yapan gruplar ilginç bir şekilde hem İslami hem de seküler kesimden aktörleri içlerinde barındırmaktadırlar. Bu gruplardan en etkili ikisi olan İslamcılar ve ulusalcı Kemalistler incelenirse Türkiye’deki Batı karşılığı meselesi daha iyi anlaşılabilir.

İslamcılar ve Ulusalcı Kemalistler

İslamcıların siyasi liderliğini büyük oranda Erdoğan ve AKP, dini ve sosyal örgütlenmelerini ise değişik tarikat, cemaat ve vakıflar temsil etmekte. Ulusalcı Kemalistlerin önemli bölümü CHP çatısı altında. CHP içerisinde ulusalcı ve Batı karşıtı olmayan Kemalistler de tabii ki var. Ulusalcı Kemalistlerin MHP ve İYİ Parti içinde de yer aldığı söylenebilir.

İslamcıların Batı karşıtlıklarının felsefi temelinde Batı medeniyetinin İslam medeniyetinden farklı, hatta onun rakibi ve belki de zıddı olduğu düşüncesi yatmaktadır. Bu düşüncedekilere göre Tanzimat ve sonrasında Kemalist modernleşme politikaları yanlıştır, kendi kültür ve geleneğimizden bir sapmadır. Gelecekte zaten Batı medeniyeti çökmeye mahkumdur ve İslam medeniyeti insanlığı kurtaracak mesajlar ile geleceğin en güçlü sesi olacaktır.

Kısacası, İslamcıların Batı karşıtlığı her konuda kendi çözümleri olan bir İslam medeniyeti hayaline dayalı bilgi eksikliği ve kolaycılığın karışımı bir tutumdur. Batı medeniyetini yeterince bilmediklerinden tek tip ve İslam karşıtı zannetmektedirler. Batı medeniyeti ile eleştirel bir ilişki geliştirmenin zorluğu karşısında daha kolay bir tutum olan İslam ve Batı ikilemi ile hadiseleri açıklamaya çalışmaktadırlar.

Halbuki İslam tarihinin beş-altı yüzyıllık ilk döneminde Müslümanlar diğer medeniyetlerin birçok özelliklerini kendilerine mal ederek ve sentezler yaparak çoğulcu ve dinamik bir medeniyet inşa etmişlerdi. Cami mimarisinden müziğe, felsefeden edebiyata, mutfak kültüründen devlet idaresine kadar birçok konuda Müslümanlar kendilerinden önceki Bizans, Sasani, Hint ve benzeri medeniyetlerden alıntılar yapmışlar; dahası Hristiyan, Yahudi, Mecusi ve Hindularla iç içe yaşamışlardır. Bunun yanı sıra Batı Avrupa da yüzyıllar boyunca kağıt yapımı, felsefe, ziraat gibi bir çok alanda İslam medeniyetinin tesiri altında kalmış ve oradan çok şey öğrenmiştir. Bu açılardan bakınca günümüzde Batı ve İslam medeniyetlerini birbirlerinden kopuk ve neredeyse zıt olarak tanımlamak bu iki medeniyetin tarihi dokularına ve gelişimlerine terstir.

Jeopolitik açıdan bakıldığında da İslamcıların Batı düşmanlığında hayali bir ümmet kavramının etkisi vardır. Birçoğuna göre Türkiye, AB ve NATO gibi kurumlara üyelik ile Batı’nın bir parçası olmak yerine, kurulacak bir İslam Birliği’ne liderlik etmelidir. Bu yaklaşımın sorunları da açıktır: İran-Suudi Arabistan düşmanlığı, Suudilerin Yemen’i bombalaması, Müslüman Kürtlere karşı yine Müslüman Türk, Irak, İran hükümetlerinin baskıcı politikaları, bir çok ülkede yaşanan Sünni-Şii kavgası gibi örnekler göz önüne alındığında İslam birliği fikrinin, en azından günümüz şartlarında, ne kadar ütopik olduğu anlaşılmaktadır.

İkinci grup olan ulusalcı Kemalistlerin Batı düşmanlığı ise benzer sorunları taşımanın ötesinde kendi içinde derin bir çelişki de barındırmaktadır. İslamcılara benzer şekilde ulusalcı Kemalistler de bilgi eksikliği ve kolaycılığın karışımı bir yaklaşımı yansıtmaktadırlar. Batı medeniyetinin iç farklılıklarını, dinamizmini ve eleştirel düşünceye verdiği görmezden gelen bir yaklaşıma sahiptirler. Milliyetçiliklerinden dolayı “bir Türk’ün dünyaya bedel olduğu” gibi söylemlere açıktırlar ve bu hamasetin sonucunda Türkiye’nin kendi hatalarını düzeltip, sorunlarını çözmesine odaklanmak yerine, Batı’yı suçlayarak işin içinden çıkma kolaycılığı da bu grubun tutumunda zaman zaman görülmektedir.

İslamcılarla benzerliklerinin ötesinde ulusalcı Kemalistlerin derin bir iç çelişkisi şudur: Batı medeniyetine alternatif bir İslam medeniyetine inanmamaktadırlar. Hatta ulusalcı Kemalistler bir dönem Batı dışı modernliğin mümkün olduğunu savunan Nilüfer Göle gibi liberal veya post-modern aydınları dışlayacak kadar Batıcı bir modernlik anlayışını savunmuşlardır. Başörtüsü yasağı gibi yıllarca savundukları politikaların da, çok önem verdikleri laiklik prensibinin de aslında Fransa’dan ithal edilmiş, en azından ilham alınmış olduğunun da farkındadırlar. Aslında günlük hayatlarında giyim-kuşamdan eğlence kültürüne kadar birçok açıdan Batılı gibi olmak hoşlarına gider. Dahası Mustafa Kemal Atatürk hedef olarak Türkiye’nin çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmasını gösterirken, Batı’ya işaret etmiştir. Bu nedenle ulusalcı Kemalistlerin Batı düşmanlığı konusundaki söylemleri içkin bir çelişkiyi yansıtmaktadır. 

Jeopolitik olarak ulusalcı Kemalistler, İslamcıların savunduğu türden bir İslam birliği düşüncesine temelden karşıdırlar. Ulusalcı Kemalistlere göre Türkiye’nin dünya siyasetinde ortakları Rusya ve Çin gibi alternatifler olmalıdır: Türkiye böylesi bir Avrasyacı siyaset ile Batı’nın gücünü dengeleyebilir ve tam bağımsız olabilir. İşte bu noktada ulusalcı Kemalistler Erdoğan’ın Batı karşıtı söylemlerini beğenmekte ve onun iktidarını Türkiye’yi Batı’dan, özellikle ABD’den uzaklaştıran bir etken olarak desteklemektedirler.

Rasyonel açıdan bakıldığında Avrasyacı yaklaşım birçok sorun içermektedir. Rusya jeopolitik olarak Bosna’dan Ukrayna’ya, Kırım’dan Kafkasya’ya, Orta Asya’dan Suriye’ye kadar Türkiye’nin neredeyse dört bir yanında Türkiye’nin milli menfaatleri ile çelişen hatta çatışan önceliklere sahiptir ve bunları en kuralsız bir şekilde savunmaktadır. Osmanlı-Rus savaşları, Stalin’in boğazları talep etmesi gibi tarihi vakaların ötesinde, daha birkaç yıl önce Rusya’nın Kırım’ı uluslararası hukuku hiçe sayarak işgal etmesi ve yanı başımızda Esed rejiminin devamını sağlaması, Rusya’nın Türkiye’nin milli çıkarları hatta güvenliği için bir endişe kaynağı olduğunu göstermektedir. Türkiye’nin doğalgaz konusunda önemli oranda bağımlı olduğu Rusya’ya silah sanayi ve istihbarat gibi alanlarda da bağımlı hale gelmesi üzerinde düşünülmesi gereken bir sorundur. 

Daha uzak bir coğrafyada olmakla beraber Çin de Türkiye için kabul edilemeyecek politikalar izlemektedir. Çin sayıları bir milyona ulaşan Müslüman Uygur Türküne toplama kamplarında beyin yıkama programı uygulamaktadır. Bu konuyu dünya gündemine getiren ise Batılı medya kurumları olmuştur. Türkiye’nin menfaat ve öncelikleri açısından bakıldığında, Rusya ve Çin alternatif ortaklar olmak yerine, jeopolitik rakipler olarak görülmektedir ve onları dengeleyebilmek için Türkiye’nin NATO gibi Batılı kurumlara ihtiyacı vardır.

Batı ve Türk Demokrasisinin Geleceği

Türkiye demokrasiye yeniden dönüş gibi zorlu bir süreç ile karşı karşıyadır. Batı ile jeopolitik ortaklığını bitirmiş, Rusya ve Çin ile yakınlaşmış, Batı düşmanlığını egemen söylem haline getirmiş bir zeminde Türkiye’nin demokrasiye yeniden dönüşü neredeyse imkansızdır. Unutulmamalıdır ki 1950 sonrası demokrasiye geçiş ABD liderliğindeki Batı bloğunda yer alma iradesinin bir sonucudur. Tekrar demokrasiye dönüş için, Batı ile yeniden sağlıklı ilişkiler kurulmalıdır. Böyle bir tercih çeşitli alanlarda Batı’nın neden olduğu sorunları eleştirmekten vaz geçmek anlamına gelmez.

Demokrasinin ötesinde, Türkiye’nin ekonomik krizi atlatabilmesi, eğitim ve bilimde ilerlemesi, teknolojide dünya seviyesini yakalaması gibi hedefleri için de Batılı ülkeler ile güçlü ilişkiler kurma ihtiyacı vardır. Bu konularda bile Rusya ve Çin’in yeterli bir alternatif sunmaları çok zordur. Rusya büyük oranda doğal gaz ve silah satışına dayalı olan kırılgan bir ekonomiye sahiptir. Çin’in ekonomisi daha dinamik olsa da Türkiye’ye finansal yardımı söz konusu değildir; ayrıca Çin bilim ve teknoloji alanında Batılı ülkelerin çok gerisindedir. Türkiye’nin ekonomisini, eğitim altyapısını, üniversitelerini, teknolojik üretimini geliştirebilmek için en verimli iş birliği imkanlarını Batılı ülkeler sunmaktadır.

Türkiye’de siyaset, bürokrasi, barolar gibi yapılar büyük oranda İslamcı ve ulusalcı Kemalist kadroların etkisi altına girmiştir. Bu kadrolara alternatif olarak çıkacak hem sağdan hem soldan yeni siyasi oluşumlara ihtiyaç vardır. Yeni oluşumlar eski kadroların otoriterlik, yolsuzluk ve ekonomik bilgisizlik gibi hatalarını tekrar etmemelidir. Aynı şekilde yeni oluşumlar Batı karşıtı söylemleri de tekrarlamamalı, daha yapıcı ve olumlu söylemler üretmelidir. Türkiye’yi demokrasiye, ekonomik refaha, bilimsel gelişime ve adalete taşıyacak yeni siyasi oluşumların Batı ile rasyonel ve güçlü ilişkiler kurmaları gerekmektedir.

Yazdır
Scroll to Top