İslamcılık modern dönemde Müslüman toplumların problemlerinin devlet aygıtının dini bir formasyon kazanması ile çözüleceğini savunan İslami hareketlerin ortak özelliğidir. Bu açıdan İslamcılık çok geniş bir sahada karşımıza çıkmakta, sadece parti kurarak siyaset yapmak ile sınırlı olmayıp, bütün İslami tarikat ve cemaatleri de içeren çok geniş tabanlı bir anlayışı ifade etmektedir.

Tesir alanının genişliğine bakınca İslamcılık 20. yy’ın başlarından günümüze kadar İslam dünyasında en etkili olmuş akımlardan biri olarak karşımıza çıkıyor. İslamcı partiler ve hareketler İran, Sudan, Pakistan, Tunus ve Türkiye gibi yerlerde iktidara gelmeyi başardılar. Malezya, Endonezya ve Filistin gibi ülkelerde etkili bir güç oldular. Hali hazırda Avrupa ve Amerika gibi yerlerde yaşayan Müslümanlar arasında bile İslamcılık etkili bir akımdır.

Bu yazıda üzerinde durmak istediğim husus İslamcılığın kendini İslamcı olarak tanımlayan ya da akademik literatürde genel olarak İslamcı olarak tanımlanan İhvan-ı Müslimin ve AKP gibi organizasyonlarla sınırlandırılamayacak kadar genel bir kavram olduğudur. İslamcılık hemen her türlü İslami hareket içinde karşımıza çıkan bir ideali temsil ediyor. Türkiye özelinde modern zamanlarda etkili olmuş Nurculuk, Gülen Cemaati, pek çok tarikat bu ana fikrin ve amacın bir şekilde tesiri altında ve farkında olmadan İslamcılığı tekrar ediyorlar.

Nurculuk

Nurcular genel olarak apolitik olduklarını iddia ettikleri halde pratikte bu iddialarında çok tutarlı olmadıklarını yakın tarih göstermektedir. DP’den AKP’ye uzanan çizgide, Nurcu camia, fırsat bulunca politik angajmanlara girmekten çekinmemiştir. Bunun en güncel örneklerinden birisi Nurcu liderlerinin 24 Haziran 2018 seçimleri öncesi Hüsnü Bayram’ın sözcülüğünde bir deklarasyon yayınlayarak AKP başkanlığındaki Cumhur İttifakı’nı destekleyeceklerini ilan etmeleridir. Bir başka örnek olarak, Nurcular içinde öne çıkan isimlerden olan Ahmet Akgündüz, Tayyip Erdoğandan bahsederken ona asrımızın “siyasi müceddidi’’ diyebilmiştir.

Bu pratik gerçekliğin ötesinde, Nurculuk içindeki içkin İslamcılığın metinsel bir temelinin olduğunu da iddia edebiliriz. Bizzat Said Nursi kendi projesini “iman-hayat-şeriat” çizgisinde uzun vadeli ve çok boyutlu bir dönüşüm olarak tanımlar. Burada “şeriat” devresi hemen her Nurcu için İslam hukukunun günü geldiğinde devlet tarafından da benimsenip uygulanacağı bir hale denk düşer.

Nursi ayrıca, kıyamet kopmadan önce gelmesi beklenen Mehdi’nin yalnızca manevi değil aynı zamanda siyasi tecdit yapacağını da iddia eder. Mehdi’nin hizmetleri diyanet, saltanat ve cihat gibi pek çok daireyi içine almaktadır. Mehdi’nin vazifesi önce imani bir tecdit yapmak, daha sonra bu zemin üzerinde “Hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ünvanı ile şeair-i İslamiyeyi ihya etmek,” “ittihad-ı İslamı’” temin etmek, ve“saltanat-ı İslamiyeyi  sürmek” olarak tarif edilir. [Nursi, Beyanat ve Tenvirler, 305-6-7]

Önceki çağların büyük şahısları (Mehdî-i Abbasî, Gavs-ı Azam, Şah-ı Nakşibend, vs.) bu dairelerin birinde söz sahibi olabilirken Mehdi bütün bu sahaları bir araya getirecek harikulade bir insandır. [Nursi, Beyanat ve Tenvirler, 297] Bu anlayış Mehdi’nin şahsında dini ve siyasi faaliyetlerin bir araya geleceğine işaret eder. İşte bu noktada Nurculuk ve İslamcılık din ile devletin bir araya gelmesinin “ideal durum” olduğu konusunda anlaşır. Bu mehdiyyet telakkisi içkin bir İslamcılığın Nurculuk içine aktığı en önemli damarlardandır.

Nurculuk içindeki bu içkin İslamcı damar Nursi’nin iman ve namaz kılmak ile siyasi başarı arasında doğrudan bir nedensellik ilişkisi kuran genel tarzında da gözlemlenebilir. Nursi’nin Müslüman toplumların maddi terakkisini sosyal ve siyasal alanının daha çok dindarlaşmasında gören anlayışı en temelde İslamcı ideolojilerle fikir birliği içindedir. Ayrıca, Nursi’nin talebelerine ilerde Ayasofya’nın tekrar açılmasının İslami hareketin başarısının sembolü olacağına dair verdiği haberler de Nurculuk içindeki İslamcılığın yansımaları olarak görülebilir. Sonuç olarak Nurculuğun hem pratikte hem de teoride içkin bir İslamcılık zemininde durduğunu iddia edebiliriz.

Gülen Cemaati

Benzer şekilde politikaya mesafeli bir sivil toplum hareketi olduğunu iddia ettiği halde Gülen Cemaati de içkin bir İslamcılık taşımaktadır. Uzun süreli ve sabırlı bir aktivite sonucunda devletin arındırılması ve kendi anlayışları çerçevesinde tekrar dizayn edilmesi bu grubun da hayallerini süslemiştir ve belki de hala süslemektedir.

Cemaat’in en baştan beri bir devlet projesi olmakla beraber 2000’lerin öncesinde bu İslamcı damarın tesiri çok hissedilmemiştir. Zira Kemalist devlet ile aralarında zaruri bir mesafe vardı. Ama özellikle AKP ile yakınlaşma sonucu 2000’lerden sonra hızlı bir şekilde yapılan kadrolaşma faaliyetleri ile Cemaat’in genel düşünce şeklini artan bir şekilde bu içkin İslamcı tavır tayin eder olmuştur. Bunun yansımalarını insan kaynaklarının önemli bir kısmını devlete yönlendirerek bürokraside kadrolaşmasında, devletin finansal ve diğer imkanlarını kullanma konusundaki rahatlığında ve yayın organlarının giderek parti bültenine dönüşmesinde gözlemleyebiliriz. Ayrıca Nurculuk kısmında bahsettiğim Mehdilik yorumu bu cemaat içinde de genellikle kabul edilir ve siyasi-dini alanları mükemmel bir şekilde ‘cem’ etme meselesi Cemaat’in ve liderinin misyonu olarak görülür.

Cemaat sivil kanadının faaliyetleri ile 1990’lar ve 2000’lerin başında eğitim, insani yardım ve diyalog faaliyetleri ile önemli ölçüde İslamcılık ötesi sivil bir globalleşmenin olumlu sinyallerini veriyordu. Ama içkin bir şekilde taşıdığı İslamcılığın tesiriyle, sivil bir globalleşme yerine Türkiye eksenli bir siyasallaşmayı tercih etti. Ergenekon davası ve sonrasında AKP ile yaşanan gerilim süreçlerinde medya organları, sosyal medya hesapları ve sohbet kanalları eliyle Cemaat’in sivil kanadı artan bir şekilde siyasi kanadın tesirine girmiş ve onun gündemlerine angaje olmuştur. Böylelikle, baştan beri Cemaat’in bünyesinde yer alan ama kısmen kontrol altında tutulan içkin İslamcılık, önlenemez bir şekilde Cemaat’in bütün uzuvlarına yayılmıştır. Cemaat’in yaşamakta olduğu krizde bu durumun önemli bir etkisi olduğu görülüyor.

Tarikatlar ve Diyanet

Tarikatlar için de benzer bir durum söz konusudur. Türkiye özelinde Sufi tarikatlarının siyasi meselelerdeki tavırlarına bakanlar içkin bir İslamcılığı net bir şekilde görebilir. AKP ile rant paylaşımı ve kadrolaşma eksenli ilişkiye giren Nakşibendi tarikatları bu konuda bilinen örneklerdir. 24 Haziran 2018 seçimleri öncesi Nakşibendilerin Menzil kolunun AKP ile MHP’nin oluşturduğu Cumhur İttifakı’na ve Erdoğan’a gazetelere verdiği ilanla destek olması Sufilerin geleneksel tavrı ile örtüşmeyen ve kanaatimce içkin İslamcılığın tesiri ile açıklanabilecek bir durumdur. Bu metne göre Erdoğan Türkiye’yi “siyasi, sosyal, kültürel ve bürokratik prangalardan” kurtaracak, “milli ve manevi değerleri muhafaza eden bir lider”dir.

Benzer şekilde Diyanet ve ilahiyat camiası uzun zamandır AKP’nin politik gündeminin gönüllü bir uzvudur. Birkaç istisna dışında devleti İslamlaştırma projesini sahiplenmişlerdir ve bu hususta yapılan haksızlıklara da göz yummaya hazırdırlar. Bu camia üzerinde çok tesirli olan Hayrettin Karaman ve benzerlerinin “zaruret” ve “maslahat” gibi kavramlardan yola çıkarak her türlü siyasi oyuna alan açabilen İslamcı din yorumlarının AKP’nin politikalarını meşrulaştırmada rolü büyüktür.

Neden İçkin İslamcılık?

AKP ve İhvan gibi gruplar siyasi partiler yolu ile devletin İslamileşmesini hedeflerken, Nurculuk, Gülen Cemaati, Nakşibendi tarikatları, Diyanet ve İlahiyat camiası gibi gruplar daha uzun soluklu ve dolaylı bir süreç içerisinde toplumu ve devleti İslamileştirme fikrini savunmuşlardır. Gidilen yollar farklı olsa bile devleti dönüştürme amacı ortak payda olarak kalmıştır. Peki, bu neden böyledir? Bu konuda iki ana sebep sıralayabiliriz.

Birincisi seküler grupların da politize olmasına yol açan modern devletin geniş sosyo-ekonomik imkanlara sahip olduğu gerçeğidir. İslami gruplar modern devletin gücünün ve onu kontrol etmenin getireceği sosyo-ekonomik avantajların farkındadırlar. Modern devletin imkanlarından faydalanmak istemektedirler. Bunun sonucunda siyasi parti kursalar da kurmasalar da İslami gruplar devlette etkili olma konusunda istekli ve hatta hırslı bir durumdadırlar.

İkinci sebep ise daha dinidir. Neredeyse istisnasız olarak bütün cemaatler politik sahayı dinin ilgi alanı içinde görmektedirler. Hakim söylem İslam Peygamberi’ni aynı zamanda politik bir lider olarak da tanımladığı için devlete karşı bizzat dini motivasyonlarla ilgi duyulmasını teşvik etmektedir. Ayrıca “ahir zamanda ortaya çıkacak” siyasi ve dini mükemmelliği birleştirecek Mehdi beklentisi birçok İslami grubun ileriye dönük siyasi beklentilere girmesine zemin teşkil etmiştir. Devletin dini öğretiler çerçevesinde dizayn edilmesi gerektiğine inandıkları için de İslami gruplar sivil alanda kalmaya razı olmamaktadır. Sivilleşmeyi taktiksel olarak yapabilirler, ama uzun vadeli olarak devlete kayıtsız kalamazlar. Çünkü siyasallaşmayı dindarlığın bir parçası olarak görmektedirler.

İslam tarihinin ilk dönemlerinde din-devlet ilişkisine dair farklı tavırlar ortaya konmuştur. Süfyan-ı Sevri gibi “(Sultan) seni huzuruna ‘Allah birdir’ demek için çağırsa bile gitme” diyen alimler yaşamış; Ebu Hanife, Malik, Şafi ve Ahmad ibn Hanbel gibi mezhep kurucuları devlet idarecilerine yakınlaşmayı red etmiş, hatta bunun sonucunda hapis veya işkenceyi bile göze almışlardır. Ama bu dönemler çok geride kalmıştır. Yüzyıllardır dini aktörlerin devlet aktörleriyle iç içe olması Müslüman toprakların ana karakteri haline gelmiştir. Modern dönemde bu iç içelik azalmamış, aksine derinleşmiştir.

Hem modern devletin imkanları, hem Peygamber’i siyasi bir aktör olarak gören din anlayışı, hem de siyasi ve dini alanları birleştirecek Mehdi beklentisi siyasi partisi olmayan İslami grupların bile içkin bir İslamcılığa sahip olmasına yol açmıştır. Son tahlilde bütün İslami gruplar devleti İslamileştirme fikrini o ya da bu şekilde aksiyonlarının merkezine koymaktadırlar. Bu manada modern dönemde İslamcılığın tesiri altında olmayan, zeminde onun kodlarıyla düşünmeyen bir İslami grup, görebildiğim kadarıyla, yoktur.

Belki de modern İslami ihya hareketlerinin birkaç yüz yıldır neden bir kısır döngü içinde dönüp durduğu sorusunun cevabı içkin İslamcılık ve onun olumsuz etkilerinde aranmalıdır. Gizli ya da açık nihai hedefi devlet olan bütün hareketler bir noktada siyasal akla teslim olmakta ve ahlaki olandan kopuş yaşamaktadırlar.

Yazdır