Hem Türkiye’de, hem de neredeyse bütün Müslüman-çoğunluklu ülkelerde son dönemde – özellikle genç kuşakta daha belirgin olmak üzere – dinden bir bıkkınlık olduğu konusu sıklıkla gündeme geliyor. İnsanların artık dinden bıktığına dair çok güçlü emareler hayatın her alanında rahatlıkla gözlemlenebiliyor.

Dinden bıkkınlığın sonucu olarak pek çok Müslüman ya dini hayatlarında reformcu bir çizgiye yöneliyor, ya da Haniflik veya deist olmak diye adlandırılabilen bir şekilde Allah’a imanlı ama dinsiz bir formül arıyor. Daha da sert tepki verenler arasında dinden bıkkınlık, geleneksel dini yorumların yeni kuşak arasında ilgi görmemesinin de ötesinde, dalga geçilecek şeyler olarak muamele görmelerini netice veriyor.

Dinden bıkkınlık sosyolojik bir gerçekliktir ve bunu “manevi bozulma, günah” gibi kategoriler ile açıklamak imkanı kalmamıştır. Yüzlerce yıllık bir durgunluğun ve entelektüel tembelliğin etkisi altındaki geleneksel İslami görüşün, türlü bireysel ve toplumsal durumları açıklamak için elinde “günah-sevap” ikileminden başka bir kategori olmadığı için, hali hazır durumu anlamasına da pek imkan görünmemektedir. Fen bilimlerini ıskalamış, sosyal bilimleri hiç bir zaman ciddiye almamış ve önüne gelen her olay karşısında “bir ayete, iki hadise bakarak çözebilirim” şeklinde bir dindarlık egosu içindeki geleneksel İslam’ın sözcülerinin insanların dinden bıkkınlığını anlamak için gayret göstermesini de beklememek gerekiyor.

Peki, ne oldu da insanlar dinden bıktılar ve bu bıkkınlık duygusu hala hızla artmaya devam ediyor?

Sorunun Özündeki Diyalektik

 İnsanlar her hangi bir şeyden neden bıkıyorlarsa, dinden de o nedenle bıkmaktalar. Dolayısıyla yakın zamanda gözlemlenen dinden bıkkınlığın kökeninde de bir şeyin aşırı tekrarlanması, lüzumlu lüzumsuz her yerde öne sürülmesi yatmaktadır. Ne olursa olsun bir şeyin abartılması bir zaman sonra insanların ondan soğumasını, bıkmasını doğurmaktadır.

Hem Karl Marks gibi önemli çağdaş hem de İbn Haldun gibi büyük İslam düşünürlerinin de eserlerinde sürekli altını çizdiği üzere sosyal olayların temelinde bir diyalektik ilişki bulunmaktadır. Buna göre toplumlar olup bitenlere tepki verirler. Örneğin, II. Abdülhamit döneminde aşırı İslam vurgusu, takip eden dönemdeki entelektüellerde Türk tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir pozitivizmi tetiklemiştir. Bu açıdan bakarsak sosyal olaylar, içlerinde zıtlarını barındıran niteliktedirler. Dolayısıyla bir pratiğin yahut düşüncenin abartılması insanlarda kaçınılmaz olarak zamanla o şeye karşı tepki oluşturur. İnsanların orta yolda gitmesi ideal bir çözüm önerisidir, ancak türlü nedenlerle bu gerçekleşmez ve böylece tarih kaçınılmaz olarak bir sarkaç gibi savrulmalarla meydana gelir.

Bu çerçeveden bakıldığında, Türkiye’de dini söylem ve pratik abartılmıştır ve bu insanlarda artık bir tepkiye dönüşmektedir. Sosyal statüsü ve imkanı olanlar bu tepkiyi açıkça dinden soğuma yahut dine karşı olmak şeklinde gösterirken, türlü nedenlerle bundan çekinenler dindarlık görüntüsünü devam ettirmektedirler. Ama bu görüntünün altında bile çeşitli dışavurum biçimlerinde dine karşı bir hoşnutsuzluk gözlemlemek her zaman mümkündür. Tüm bu tepkilerin temelinde İslam konusunun abartılması ve neredeyse insanların gözlerinin içine sokulacak kadar şişirilmesidir. Hal böyle olunca, tarihsel diyalektiğe uygun olarak, bu abartı görülür biçimde kendi zıddını üretmeye başlamıştır.

İki Temel Bıktırma Nedeni

Konuya biraz daha ayrıntılı olarak bakarsak İslamiyet örneğinde insanları dinden bıktıran süreci meydana getiren -özellikle İslami hareketin neden olduğu- iki önemli temel olduğunu görüyoruz. Bunlardan birincisi dinin her konuda çare ürettiği iddiası, diğeri ise abartının meşruluğu sorunudur.

Din Her Konuda Her Soruna Çare Üretir Anlayışı

Günümüzde insanları dinden bıktıran temel dinamiklerden biri İslamiyet’i hayatın her milimetrik alanında bir hüküm ve çözüm üreten biçiminde yorumlamaktır. Bu yaklaşıma göre İslamiyet hayatın a’dan z’ye her alanına bir çare üretmektedir ve insanlar hayatlarını buna göre yaşamalıdır. Türlü küçük uygulama yorumları geliştirmek dışında insanın temel görevi İslam’ın bu hükümlerini bulmaya çalışmak ve uygulamaktır. Bu “bütüncül” yaklaşım doğal olarak insanların sürekli din ile kurgulanmış bir hayat yaşamasının peşindedir ve zamanla da insanları dinden bıktırmıştır.

İslamiyet’in hayatın her alanını kapsaması gerektiği düşüncesi otoriter bir yorumdur. İddia edilenin tam aksine, İslam’ın birçok konuda ortaya koyduğu fikirlerde önemli boşluklar vardır. İslam ötesinde hangi dini ele alırsak alalım, bir dini hayatın her milimetrik karesini doldurmak için zorlamak yanlıştır. Başka bir açıdan bu din için de zararlı bir durumdur. Düşünce sistematikleri genel ve ilham verici olmalı, insan aklına itibar ederek boşlukları onun doldurmasını beklemelidir. O nedenle bir dinde yahut düşünce biçiminde bazı boşluklar olması doğal bir durumdur ve eksiklik değildir. Aksine kusursuz ve hayatın her alanını kapsayan bir yorum üretme çabası doğal değildir ve bıktırıcı sonuçlar üretmesi kaçınılmazdır.

Dindarlaşmanın Abartılmasının Meşru Olduğu Anlayışı

Bu konuya bir soru ile başlayalım: “İslam’a göre bir insanın günde en fazla kaç rekat namaz kılması normaldir?” Mesela bir insan “ben günde 4.000 rekat namaz kılıyorum” derse buna ne demek gerekir? Bu sorulardan altını çizmek istediğim nokta şudur: Geleneksel ve modern İslam yorumları benzer şekilde dindarlığın sonsuza kadar abartılmasını meşru görmektedir. Hal böyle olunca günde “100 rekat namaz kıl,” “40 sayfa Kur’an oku”, “333 kere salavat getir” gibi sonu gelmeyen bir dindarlık formu ortaya çıkmaktadır. Bu yerleşik din anlayışı dindarlığı ne kadar abartılırsa abartılsın faydalı bir şey olarak görmektedir.

Hızını alamayan bu abartı dindarlık insanlar arasında genç-yaşlı, meşgul-boş vakti bol gibi ayrımlar da gözetmemektedir. Her saati değerli bir bilim insanı ile emekliliğin tadını torun sevmekle geçiren insana aynı oranda ibadet vurgusu yapmaktadır. Neredeyse herkes günde yüzlerce salavat getirmeye, yüzlerce rekat namaz kılmaya, filan duayı yüzlerce kez okumaya teşvik edilmektedir. Günümüzde hayatın getirdiği bir çok fonksiyonu bir arada yürütmeye çalışan insanların dinden bıkmasının bir nesnel gerekçesi de bu abartılı dindarlık önerisidir.

Günlük hayatta medeniyete bir katkıda bulunmak için bir saat kitap okumayan, bir mesleki ürün ortaya koymak için kendine yatırım yapmayan bir insanın, gece kalkıp kendini bir saat namaza zorlaması bir ritüeldir. Önemli olan insanın faydalı bir sonuç üretmek için uğraşması, zaman harcaması ve hatta kendini yormasıdır. Bugün dünyada “filan hastalığa çare olacak ilacı bulmalıyım” diyerek saatlerce uykusuz kalarak çalışan ve bu uğurda görme yeteneğinin bir kısmını kaybeden insanlar bulunmaktadır. Uykusuz kalmak, uğraşmak, sıkıntı çekmek bu şekilde pozitif olarak tanımlanmalıdır. Bunların hiç birini yapmadan kendini uykusuz bırakmak negatif bir ibadet tanımıdır ve bir ritüelden öteye geçmemektedir.

Abartmanın dindarlık için yanlış olmayacağı düşüncesini açıkça eleştirmek gerekmektedir. İnsanları binlerce defa filan duayı okumaya teşvik etmek gibi davranışların temelindeki “söz konusu din olunca abartı meşrudur” düşüncesi yanlıştır. O açıdan bugün Türkiye’de teşvik edilen zikir, ibadet anlayışı ne İslamidir ne de insanidir. Nitekim, günümüzde gözlemlenen dinden bıkkınlığın temel dinamiklerinden birisi de bu abartılı dindarlık teşvikleridir. İslamiyet, modern temsilcilerinin dindarlık yorumu ile yaşanması güç hale gelmiştir ve insanlar bundan doğal olarak bıkmaktadırlar.

Sonuç: İnsan İslam’dan Değerlidir

Dinden bıkkınlığın türlü yönlerini analiz ederken sorunun özünün şu olduğunu hemen görmek gerekiyor: Modern İslamileşme önerisinde İslam ve insan arasında yanlış bir ilişki kurgulanmıştır. Son tahlilde İslamiyet insan Allah ile anlamlı bir ilişki kurabilsin ve mutlu olsun diye ona verilmiştir. Yani İslam bir araçtır; amaç insandır. Daha açık yazarsak İslam insana hizmet etsin diye vardır. Araç ise her zaman amaçtan ve bu aracın kendisine verildiği aktörden daha sonra gelir. Ne var ki, günümüz yorumunda insan araç haline gelmiş, İslam amaç olarak tanımlanmıştır. Bu yanlış yorumun sonucu olarak, insanın İslam’a hizmet edeceği gibi absürt bir anlayış yerleşmiştir.

Bu açıdan, İslam ve insan arasındaki yanlış tanımlama bazı siyasi geleneklerdeki devlet ve insan arasındaki ilişkiye dair başka bir yanlışa da benzemektedir. Örneğin, devlet insana hizmet için var edilmiş bir araçtır. Halbuki pek çok gelişmekte olan ülkede insanlar devlete hizmet eder hale getirilmiştir. Bu yanlış yorumun sonucu olarak devlet, bu ülkelerde insanları mutsuz etmektedir. Benzer hata modern İslami öneride insan ve İslam arasında tekrarlanmaktadır.

Halbuki, insan İslam’dan önemlidir ve değerlidir. İnsan maddi ve manevi kişiliği ile ortada olan bir varlıktır. İslamiyet ise bir insanın somut ve ontolojik varlığı gibi bir varlık değil bir düşünce sistematiğidir. Yani epistemolojik bir varlıktır. Dolasıyla, son tahlilde İslamiyet, Tanrı ve insan arasındaki “diyaloğun” ürünüdür. Bu açıdan epistemik varlığını önce Tanrı’nın varlığına sonra insanın varlığına “borçludur.” Nitekim, insanlar olmasaydı bir din de olmazdı.

Yazdır