2007 yılında “Gülen Hareketi ve AK Parti” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Yazıda hareket ile partinin ulusalcılara karşı ortak hareket ettiklerini iddia ediyordum. Bu ortaklığı da ulusalcıların dışlayıcı laikçiliğine karşı olmaları ve Avrupa Birliği çizgisinde küresel entegrasyonu desteklemeleri çerçevesinde ele alıyordum. On yılda çok şey değişti. Kasım 2013’de Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın “ne istediler de geri gönderdik?” sözleri ikili arasındaki geçmiş ittifakın ve yaklaşmakta olan savaşın habercisiydi.

Peki, nasıl oldu da Gülen Cemaati, üstelik sadece son 3-4 yılı değil,  geçmiş onlarca yılı kapsayacak şekilde bir terör örgütü olarak ilan edildi? AKP-Cemaat ilişkilerinin günümüzde vardığı noktayı AKP  iktidarının otoriterleşmesi ve Cemaat’in yanlışları açısından incelemeye çalışacağım.

AKP ve Otoriterleşme  

Freedom House adlı dünyanın en ünlü demokrasi değerlendirme kurumu geçtiğimiz ay ilan ettiği 2018 raporunda Türkiye’yi yarı-özgür kategorisinden özgür olmayan ülkeler kategorisine düşürdü. Kurumun Türkiye’ye “siyasi haklar” kategorisinde verdiği not 1980 darbesi sonrası notunun aynısı, “sivil özgürlükler” notu ise bir puan daha aşağı. Raporda Türkiye’de kuvvetler ayrılığını ortadan kaldıran sorunlu referandum, seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınması, insan hakları savunucularının ve muhaliflerin hapse atılması, memurların tasfiyesi, medya organlarının kapatılması, özel mülkiyete el konulması ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kişiselleşmiş otoritesini devlete ve topluma empoze etmesi gibi sorunlar sıralanıyor.

Türkiye’nin otoriterleşmesi sadece Türk olanlar için değil dünyadaki diğer siyaset bilimciler için de açıklanması zor ve gerekli bir konu; zira kişi başına düşen milli gelirin $10,000 seviyesinde olduğu bir ülkede demokrasiden geri dönüş dünyada ilk defa yaşanıyor. Bu zor konuyu siyaset bilimindeki üç analiz açısına göre incelemek mümkün. Birinci bakış açısı olan lider merkezli analize göre Erdoğan’ın liderliği otoriterleşmede en önemli etkendir. Erdoğan’ın liberal değerlere bağlılığı her zaman için sorunluydu. Fakat 2011 yılına kadar kişisel otoritesi parti dışından Kemalist bürokrasi, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) içinden Abdullah Gül ve Bülent Arınç gibi siyasetçiler ve ne dışarda ne içerde diyebileceğimiz bir konumda olan Gülen Cemaati tarafından dengeleniyordu. 2011 seçimlerinden sonra Erdoğan bu üç denge unsurunu da bertaraf ederek tek adam rejimini inşa etti.

İkinci bakış açısı ülke merkezli analizdir. Buna göre Türkiye’nin şartları demokrasinin tam yerleşebilmesi konusunda zorluklar ile doludur. Kemalist bürokrasinin onlarca yıl süren vesayeti süresinde Türkiye, devletin ekonomi üzerindeki kontrolü, sivil toplumun zayıflığı, ideolojik kutuplaşma ve Kürt sorunu gibi meselelerine yeterli çözümler üretememiştir. AKP iktidarının ilk döneminde sorunların çözümü adına önemli adımlar atmış, ama 2011’den sonra tüm sorunları içinden çıkılamaz bir hale getirmiştir.

Ülke merkezli analizde AKP dışındaki aktörlerin rollerini de sorgulamak gerekir. Gülen Cemaati de Türkiye’nin otoriterleşmesinde –aşağıda detaylı ele alınacağı şekilde– önemli roller oynadı. Dini parti, cemaat ve tarikatların otoriterleşme konusundaki olumsuz katkıları bir açıdan Kemalistlerin nerdeyse yüzyıllık endişelerinde haklılık payı olduğunu göstermiştir. Öte yandan, Kemalistlerin Erdoğan ve Gülen gibi İslami aktörleri suçlayarak kendilerini demokrasi kahramanı olarak sunmaları da zordur. Zira AKP öncesi dönemlerdeki otoriter Kemalist eylemlerin ötesinde; siyaset, bürokrasi, barolar, iş dünyası ve medya gibi sektörlerde bir çok Kemalist son beş yıllık dönemde bile AKP iktidarı ile işbirliği yaparak otoriterliğe katkıda bulunmuşlardır. Bu işbirliğinde öne çıkan iki ortak hedef Gülen Cemaati’ni topyekün yok etmek ve Kürt sorununda şahin politikaları uygulamaktır. Son dönemde Cemaat ile ilişkili insanlara karşı yürütülen “cadı avı”nda Doğan Medya grubu ve Barolar Birliği gibi Kemalistlerin etkili olduğu kurumlar etkin bir rol oynamışlardır.

Üçüncü ve son bakış açısı uluslararası sistem merkezli analizdir. Buna göre Türkiye’nin otoriterleşmesi uluslararası şartlar ve buna verdiği tepkilerle ilişkilidir. Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi tam üye olarak alma konusundaki isteksizliği, Türkiye’de Batı düşmanlığının artmasında ve dış politikada Orta Doğu’ya yönelişte rol oynamıştır. Türkiye’nin bu yönelişi 2010 sonunda başlayan “Arap Baharı”yla da örtüşmüştür. “Arap Baharı” AKP liderlerinde, özellikle Erdoğan’da Türkiye’nin Orta Doğu’da, hatta “Müslüman dünyada” lider olacağı beklentisinin doğmasına yol açmıştır. Bu arada Erdoğan Rusya ile de ilişkileri güçlendirmeye çalışmış ve bunun yanı sıra Vladimir Putin’in yönetim tarzından da esinlenmeye başlamıştır. Petrol zengini Rusya ve Arap ülkeleri ile ilişkilerin güçlenmesi Türkiye’deki siyasi sistem üzerinde derin ve olumsuz etkiler doğurmuştur. Bu etkilerin başında Türkiye’de rantçı ekonomi-politik anlayışın güçlenmesi gelmiştir. Rus ve Arap rantçı devletlerinin aksine, Türkiye petrol fakiri bir ülkedir. Bu yüzden Türkiye’deki rantçı düzen başta İstanbul ve Ankara olmak üzere büyük şehirlerde yeşil alanların imara açılmasıyla inşaat rantına dönüştürülmesine dayandırılmıştır. Atatürk Orman Çiftliği bile bu furyadan kurtulamamıştır.

Sonuç itibariyle Türkiye, 2011 sonrasında, siyasi liderinin, ülke şartlarının ve uluslararası ilişkililerinin etkisiyle rantçı ve otoriter bir rejime yönelmiştir. Bu yöneliş bir karşı-direniş de doğurmuştur. İstanbul Gezi Park’ını kışla kılıflı AVM’ye dönüştürme girişimi Gezi olaylarını tetiklemiştir. Bu protestoları polis şiddeti ile bastıran Erdoğan, iktidarı bırakma gibi bir niyeti olmadığını da göstermiştir. Gezi olaylarından sonra Türk siyasi sisteminin tek adama dayalı, popülist İslamcı bir rejime dönüşme süreci hızlanmıştır. Bu süreçte diğer önemli bir eşik 17-25 Aralık 2013’de ortaya çıkan yolsuzluk dosyalarıdır. Şahsı ve aile fertlerini de içine alan operasyonlara karşı Erdoğan eski ortağı Gülen Cemaati’ni önce bu operasyonlar ile darbe yapan paralel devlet, sonrasında ise bir terör örgütü olarak tanımlama yolunu seçmiştir. Ardından gerçekleşen dört seçimin üçünden galip çıkan Erdoğan rejimi Cemaat’e mensup olan binlerce insanı tutuklamış ve çok sayıda şirkete kayyum atamıştır.

Sürecin facia anı ise 250’den fazla insanın ölümü ile sonuçlanan 15 Temmuz 2016 darbe girişimidir. Bu olay ulusal bir travmaya dönüşmüştür ve etkileri uzun süre devam edecektir. Erdoğan darbe girişiminden Cemaat’i tek başına sorumlu tutmuş ve bu konuda Cemaat’e “Fethullahçı Terör Örgütü” denmesi konusunda önde gelen neredeyse tüm siyasi aktörlerin ve medyanın desteğini almıştır. “Allah’ın bir lütfu” olarak nitelediği darbe girişimi sonrasında Erdoğan ne zaman biteceği belli olmayan bir şekilde Olağanüstü Hal ilan etmiştir. Son 1,5 yılda başta iki Anayasa Mahkemesi üyesi olmak üzere, içlerinde binlerce hakim ve savcı, on binden fazla subay/astsubay ve polis, diğer bürokratlar, gazeteciler, akademisyenler, öğretmenler, iş insanları ve ev hanımları bulunan 50,000 civarında insan Gülen Cemaati üyeliğinden tutuklanmıştır. Bunun dışında değişik siyasi görüşlerden tutuklular da bulunmaktadır. Tutuklu anneleriyle beraber 666 civarında 6 yaş altı bebek de hapishanededir. İlaveten, 100,000’in üzerinde kamu görevlisi Gülen Cemaati ile ilişkileri iddiasıyla ve kararnamelerle işten atılmıştır. Bu kişiler sosyal haklarını kaybettikleri gibi özel sektörde iş bulma konusunda bile engellemelerle karşılaşmaktadırlar. Üstelik, bu şahıslara yurtdışına çıkış yasağı uygulandığı için başka ülkelerde yeni bir hayat kurmaları da söz konusu olamamaktadır. Akademisyenler arasında muhalif görüşlerinden dolayı işten atılanların sayısı da 5,000’i geçmiştir.

Erdoğan rejimi mülkiyet hakkını da bir nevi askıya almış, istediği özel mülkiyete el koyabilmektedir. Şu ana kadar Gülen Cemaati’ne ait olan (okul, üniversite, hastane, gazete, TV gibi) kurumlar ve Cemaat’le ilişkili işadamlarına ait şirket mallarından el konulanların toplam değeri 10 milyar dolardan fazladır. Bank Asya’ya para yatırmış olmaktan, belirli bir öğretmen sendikası üyeliğine kadar değişik kriterler Cemaat üyeliği ve oradan da terör örgütü üyeliği için yeterli delil olarak görülmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin Şahin Alpay ve Mehmet Altan hakkında verdiği hak ihlali kararı sonrasında alt mahkemelerin bu kararı tanımaması da ülkede fiilen yaşanan hukuksuzluk düzeninin aleniyet kazanması anlamına gelmiştir. Bu durum karşısında toplumun büyük çoğunluğunun sessiz, hatta destekler mahiyette bir tavır almış olması incelenmesi gereken bir olgudur.

Gülen Cemaati, Otoriterleşme ve Mağduriyet

Türkiye’de ve yurtdışında çok büyük sayıda insan Cemaat’in eğitim ve kültürler-arası diyalog konusunda yaptığı faaliyetlere destek vermişti. Fakat Cemaat entelektüel ve politik açılardan vaatleri ile uyuşmayan sonuçlar ortaya koydu.

Entelektüel açıdan, Cemaat modern şartlara uygun bir İslam anlayışı ortaya koyacağı iddiasındaydı. Pratikte El Kaide gibi İslamcı terör örgütlerine karşı duruşu, Müslümanların Batılılar ile iyi ilişkiler kurması çabası ve seküler müfredata sahip başarılı okullar açmış olması hala takdir edilebilir. Ama öte yandan Cemaat’in gerek yetiştirdiği ilahiyatçılar arasında, gerekse kendi tabanında haddinden fazla gelenekçi bir İslam anlayışını yaymış olduğu anlaşılmaktadır. Kadın-erkek ilişkileri, dogmatizm ve eleştirel düşünce arasındaki gerginlik, dini ve siyasi otorite anlayışı, İslam-devlet ilişkileri ve İslam hukukunun özgürlüklere ters hükümleri gibi konularda bu gelenekçi anlayış otoriterliğe uygun bir toplumsal taban oluşturmuştur.

Siyaset konusunda da Cemaat kendisine güvenenleri hayal kırıklığına uğratmıştır. Önce “Cebrail bile parti kursa” destek verilmeyeceği söylenmiş, ama sonrasında AKP ile neredeyse bir iktidar ortaklığı kurulmuştur. Ardında da bu ortaklık bir ölüm-kalım savaşına dönüştürülmüştür. Günümüzde böyle bir ortaklığın hiç olmadığının iddia edilmesi de kimseyi ikna etmemektedir. Dahası, Cemaat’in yargı, polis ve silahlı kuvvetler içindeki ilişkileri en nihayetinde hem bu memurların hem de sivil takipçilerinin hayatını zehir etmiştir. Ergenekon süreci ve sonrasında iyice açığa çıkan bu sorunlu ilişkiler ağı Türkiye’nin otoriterleşmesinde de negatif bir rol oynamıştır.

Yukarda rakamlarla anlatıldığı üzere yüzbinlerce insan Gülen Cemaati’ne karşı sürdürülen cadı avının mağduru durumundadırlar. Peki neden toplumun bir çok kesimi sessiz kalmakta, hatta bu zulümlere destek vermektedirler? Bu karmaşık duruma iki açıdan bakılabilir. Bir açıdan Türk toplumu zulme karşı duyarsızdır. Değişik dönemlerde Ermeniler, Aleviler ve Kürtler gibi farklı gruplara yapılan zulümleri normal karşılamıştır. “Düşenin dostu olmaz” ve “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyebilir. Ayrıca, günümüzde toplum çok fazla bölünmüş ve  kutuplaşmış olduğundan insanlar kendi grupları dışında kimseyi umursamıyor da olabilirler.

Diğer bir açıdan Gülen Cemaatinin yaptığı hataların da toplumdan yabancılaşmasında rol oynadığı gözlemlenmektedir. Bu hatalar üç başlık altında toplanabilir. Birincisi Cemaat’in –yukarda değinilen– bürokrasi ve siyasetle ilişkisidir. Özellikle Aralık 2013 öncesinde Erdoğan ile kurulan işbirliğinden dolayı günümüzde Erdoğan karşıtı olan çevreler bile Cemaat’e karşı bir sempati beslememektedirler.

İkincisi, Cemaat kendisini Türkiye’deki diğer gruplardan üstün, hatta Türkiye’nin geleceği adına “manevi alemlerde vazifelendirilmiş” bir grup olarak gördü. Bunun sonucu olarak da meritokratik prensiplere uymayacak şekilde kadrolaştı. Bürokraside kendi mensuplarının önünü açarken başkalarının önünü kapatmış olmasını çok da umursamadı. Dahası “bütüncül bakış” denilen bir yaklaşımdan dolayı din, siyaset, bürokrasi, bilim, medya, bankacılık ve sosyal yardımlaşma gibi birbirinden farklı alanların ayrışmasını kabul etmedi. Tüm bu alanlarda sadece aktif olmayı değil, egemen olmayı da istedi. Sonuçta toplumun nerdeyse her kesiminden düşmanlar kazandı.

Üçüncü ve son olarak, Cemaat her alandaki büyümesine rağmen yönetim yapısını birkaç yüz kişilik bir dini cemaatte olabilecek şekilde tutmakta ısrar etti. Yüzden fazla ülkede aktif olmasına karşın, şeffaf olmayan, hiyerarşik ve dahası mistik iddialarla şekillenen karar alma yapısını devam ettirdi. Bu da hem Türkiye’de hem de diğer ülkelerde bir çok gözlemcinin Cemaat’in gerçek yapısı ve amaçları hakkında şüpheler beslemesine yol açtı.

Fethullah Gülen’in Cemaat içindeki liderlik tarzı da dıştan bakanlar için bir güvensizlik hatta endişe kaynağı oldu. Gülen, otoritesini kim ile paylaştığı bilinmeyen ve kimseye hesap vermeyen bir liderlik ortaya koydu. Takipçileri ise—hemen her konuyu O’na sormalarına ve siyasi konularda bile konuşma alışkanlığını bilmelerine rağmen—Gülen’in dünyadan elini ayağını çekmiş bir münzevi olduğunu iddia etmeye devam ettiler. Bu tutum güven problemini daha da derinleştirdi.

Cemaat’in burada özetlenen üç hatalı tutumunu şeffaf olmayan bir yapının, kendisini vazifeli görerek, bürokrasi ve siyasete yön verme çabası şeklinde tek bir maddede özetlemek mümkün. Bu çabanın sonucunda doğan şüphelere karşı da Cemaat ikna edici cevaplar vermedi. Türkiyeli ve yabancı seçkinlerle ilişkileri geliştirme adına düzenlediği tüm gezilere, yemeklere ve yaptığı diğer organizasyonlara rağmen kendisi hakkındaki soru işaretlerini gideremedi. Bürokrasi ve siyaset ile ilişkisi konusundaki sorulara verdiği muğlak cevaplar endişeleri daha da artırdı. Neticede AKP ile girdiği kavgada kaybeden ve terör örgütü ilan edilen taraf olurken, toplumun diğer kesimlerinden beklediği desteği de göremedi.

Sonuç

Müslüman-çoğunluklu ülkelere İslam, demokrasi ve laikliği beraber yaşatabilen bir model olmasını beklediğimiz Türkiye, ne yazık ki, kendi demokrasisini bile koruyamadı. Bu çöküşte AKP, Gülen Cemaati ve Kemalistler başta olmak üzere, Türkiye’deki tüm etkili grupların payı bulunmaktadır.

Bu yazıda Cemaat’e yönelik eleştirilerim din anlayışının iddia ettiğinden daha mutaassıp olmasından, bürokrasi ve siyasetle olan sorunlu ilişkilerine, kadrolaşma faaliyetlerinden hiyerarşik yönetim tarzına kadar bir çok noktaya değinmektedir. Bu eleştiriler Cemaat’in AKP iktidarı karşısında yaşadığı mağlubiyetin bir sonucu değil, sebebidir. O açıdan AKP iktidardan gitse bile Cemaat’in bu sorunlu özellikleri ortadan kalkmayacaktır. Bu sorunlardan dolayı Cemaat’in artık yurtdışında bile etkili bir yapı olarak devam edebilmesi zor görünmektedir.

Öte yandan, Cemaat ile bir şekilde hayatları kesişmiş yüzbinlerce değerli, masum ve mağdur birey bulunmaktadır. Bu bireyler, eğer yapılan hataları eleştirel olarak düşünür ve bunlardan ders alırlarsa, o zaman hem kendi hayatları, hem de insanlığa ilerde yapacakları katkılar adına önemli mesafeler kat edebilirler. Hem geçmişten ders almak, hem de geleceği planlayabilmek için –Gülen’in son dönemde ısrarla savunduğu kaderci çizginin aksine– olaylara eleştirel bir gözle bakabilmeleri gerekmektedir.

Tabiiki özeleştiriye sadece Cemaat değil, Türkiye’deki tüm grupların ihtiyacı var. Bu yazıda Cemaat bağlamında bahsettiğim sorunlar Türk toplumunun her kesiminde gözlemlenen problemlerdir. AKP’den Kemalistlere kadar her gurubun lider-merkezli oldukları, kadrolaştıkları ve alanları ayrıştırmak yerine, tüm alanlara egemen olmaya çalıştıkları görülmektedir.

Yazının Cemaat’le beraber diğer ana konusu olan AKP hakkında da olumlu bir gelecekten bahsetmek zor görünmektedir. Her aksiyon bir reaksiyon doğurur. Yaptığı yanlış ve otoriter icraatlar uzun vadede AKP’nin karşısına bir tepki olarak çıkabilir. Daha somut konuşmak gerekirse,  şu an çok güçlü görünen Erdoğan’ın popülist İslamcı rejimi ilerde dışlayıcı laik bir dalgaya yol açabilir. Eğer gerçekleşirse, bu dalga II. Abdülhamid’in otoriter İslamcı rejiminin ardından Jön Türklerin gelişini hatırlatacaktır.

Daha iyimser bir gelecek senaryosu ise Türkiye’deki tüm grupların bir özeleştiri sürecine yönelmeleri ve birbirlerini yok edilmesi gereken düşmanlar yerine, aynı milletin barış içinde bir arada yaşayan parçaları olarak görmeye başlamaları ihtimalidir. Ancak böyle bir durumda Türkiye demokrasiye geri dönebilir. Yaşanan acılardan geriye olumlu bir tek şey kalacaksa, o da alınan dersler olacaktır. Nitekim dünyanın değişik yerlerindeki demokrasiler de yaşanan acılar ve öğrenilen dersler sonrasında kurulmuştur.

__________________________________________

Bu yazının eski bir versiyonu İngilizce olarak Montreal Review’de yayınlanmıştır.

Yazdır