Bu yazıda Müslümanların geniş çaplı olarak düşüncelerine ve tavırlarına tesir etttiğini düşündüğüm bir akletme biçiminden bahsedeceğim. Buna “yadsıyan akıl” demek istiyorum. Bazı örneklendirmeler de yapacağım.
Yadsımak görmezden gelmek, inkar etmek, -mış gibi yapmak, göz kaçırmak gibi anlamlara geliyor. Yad kelimesinin “yabancı” anlamına geldiğini de düşünürsek bu kelimeye “yabancılaştırma” ve “ötekileştirme” anlamlarını da verebiliriz.
İslam medeniyeti ilk yüzyılları itibariyle kendine güvenen bir medeniyet idi. Korkmayan, yüzleşen, keşf eden bir akletme tarzı vardı. Dolayısıyla kendi dışındaki medeniyetlerle çok rahat iletişime geçmiş ve önemli sentezler üretmişti.
Ama özellikle bir medeniyet krizi yaşadığımız son yüzyıllarda yadsıyan aklın düşünce dünyamıza ve davranışlarımıza hakim olduğunu düşünüyorum. Bu dönemde sorunlar ile yüzleşmek yerine onların üstüne perde çeken bir anlayış gelişti. Gerçeğin gözünün içine bakmaktan korktuğu için onu yadsıyan, üstünü örtmeye çalışan ve dolayısıyla tarihe, hayata ve kendisine yabancılaşan korkak ve naif bir akıl ortaya çıktı.
Bir akletme tarzından diğerine yolculuk İslam medeniyetine has değil elbette. Diğer medeniyetlerde benzer dönüşümler yaşıyor. Mesela, Marcuse, Adorno ve Horkheimer gibi düşünürler Aydınlanma‘nın aklını “aletsel” olarak tarif ederler ve bu “aletsel aklın” (instrumental rationality) bilim ve teknoloji üretme başarısının yanında şiddet ve istismar üretme potansiyelini sorgularlar. Bu akletme tarzının problemlerini aşmak için farklı akletme şekilleri önerirler. Bu ayrı bir tartışma konusu.
Yadsıyan Akıl
Yadsıma tavrı çok derin bir şekilde Müslümanların kendileri, tarih ve hayat hakkında nasıl düşündüğünü belirliyor. Bir kaç örnek vereyim.
Cemel, Siffin, ve Kerbela gibi hadiseleri yadsırız. Zihin konforumuz bozulmasın diye yaparız bunu. Bu acı hadiselerden ders alıp bir daha yaşanmaması için nasıl “hukuki, ahlaki, siyasi” sistemler kurmalıyız sorusunu sormak yerine herkesi kahraman görerek üstünü örtme tavrı sergileriz. İliklerimize kadar işlemiş devlet, cemaat ve lider için bireyi feda etme tavrının köklerini bu hadiselerde görüp ders çıkaracağımıza bakışlarımızı kaçırırız. Siyasileşmiş dinin ürettiği trajik sonuçlarla yüzleşmediğimiz için tekrar tekrar dini siyasileştirmeye çalışır ve aynı hataları yaparız. Müslüman’ın Müslüman ile nasıl olup da savaştığının analizini yapıp gerekli dersleri çıkarmadığımız için gene aynı kutuplaşmalar devam eder. Yadsıdığımız için ders almayız ve “şaşırmaya” devam ederiz.
Komploculuk da bu yadsıyan aklın bir yansımasıdır. Kendisiyle hesaplaşmaktan korkan bir akıl gerçeği yadsıyarak dışarıda suçlu arar. Komploculuk bunun için biçilmiş kaftandır. Mesela, ülkenizde insanların birbirinden nasıl bu kadar nefret ettiğini ilmi olarak anlamaya çalışmak ve çözümler üretmek yerine görünmez günah keçileri aranır. Bütün bunları başımıza getiren dış güçlerdir, İbn Sebe’dir, Israil’dir, “Pakraduniler”dir, “Persler”dir, tapınakçılardır vs. Böylelikle içteki sorunlar yadsınır ve suç hayali veya gerçek ötekilere yansıtılır.
Bazen bu yadsıma tavrı entelektüel metinlerde dahi ortaya çıkar. Edward Said‘i çok önemli bir düşünür olarak görmekle beraber, O ve onun gibi postmodernizmin tesirinde yazan düşünürlerin en büyük hatalarının Müslümanlara kendi yanlışlarını gizleyecek entelektüel mazeretler vermek olduğunu düşünürüm. Postmodern düşünürler ilerleme fikrini manasızlaştıracak derecede göreceleştirirler. Bu bakış açısıyla “Müslümanların geri kalmışlığı” gibi bir şeyden de söz etmek mümkün olmaz. O zaman, diğer medeniyetler bizden daha iyi durumda değildir. Bu halde rahatlayıp dağılabiliriz. Bu entelektüel sakinleştirciler sayesinde içinde bulunduğunuz perişan hali yadsımayı başarabilirsiniz.
Bu yadsıma tavrı sadece bugünün sorunları ile sınırlı kalmaz, İslam düşüncesinin zengin dokusunu yadsımayı da beraberinde getirir. Mesela, Müslümanlar genellikle İbn Heysem’i, İbn Sina’yı, İbn Rüşd’ü, İbn Arabi’yi ve daha nicelerini yadsırlar. Sanki yokmuşlar ve hiç olmamışlar gibi hareket ederler. Anlattıklarıyla ilgilenmek yerine basma kalıp klişelerle ötekileştirirler bu büyük düşünürleri. İslam medeniyeti kendi çocuklarını yabancılaştırmıştır. Son yüzyılın en baskın dini hareketi olan Selefi akımlar, mesela, bu yadsıma tavrının en önemli temsilcilerindendir. İlgisizliğin ötesinde bu akımın etkili olduğu bir ülkede dünya çapındaki Müslüman filozoflardan övgüyle bahsetmek hapse girmenize bile sebep olabilir. Müslümanlar genel olarak fıkhi alan haricinde, felsefi, metafiziki, kelami, tasavvufi bütün birikimlerini son yüzyıllarda artan bir şekilde yadsımaktadırlar.
Türkiye‘de etkili olan dini hareketlerde de yadsıma tavrının çok yaygın olduğunu iddia edebiliriz.
İslamcılar yadsır. Mesela, acıyı politik bir alete dönüştürerek yaparlar bunu. Kendilerinin sebep olduğu zulümleri görmek istemeyen İslamcılar, başkalarının acısına ağlarlar. “Müslümanların acıları” İslamcılığın politik atmosferi içinde aletleşir. Vicdanları rahatlatan bir mekanizmaya dönüşür. Kendi ülkenizde kadınlar, bebekler, Kürtler, Aleviler, azınlıklar türlü şekillerde acı çekerken, siz Filistin’e ağlayarak vicdanınızı biraz teskin edersiniz. Göz kaçırmaktır bu. Yadsımaktır. Başkasının acısını aletleştirmektir. Aslında “iyi” olduğunuza kendinizi inandırırsınız böylece. Kendi sebep olduğu acılarla hesaplaşmak yerine, başkalarının sebep olduklarıyla hesaplaşmak daha kolaydır. Vicdanınız rahat olarak gözünün önündeki acıları yadsıyabilirsiniz artık.
Nurcular da yadsımaktadırlar. Mesela, Said Nursi‘yi eşsiz ve öncesiz görmek için onun üstünde yükseldiği geleneği yadsırlar. Halbuki o tek başına bir ada değil, bir geleneğin devamıdır. Mesela, Nursi’nin sıklıkla kullandığı “vacib el-vücud” terkibi İslam kelamının akışını değiştiren gücü ile İbn Sina‘nın ortaya attığı bir kavramdır. Ya da “nur metafiziği” diyebileceğimiz düşünce tarzının tarihi temellerini, önemli bir oranda, Suhraverdi gibi İşrak felsefecileri tarafından ortaya konan fikirlerde görmek mümkündür. Benzer şekilde, “tecelli” kavramı Nursi’den önce İbn Arabi ve Konevi gibilerce olgunlaştırılmıştır. Örnekleri artırabiliriz. Ama bütün bunlar Nurcular tarafında unutulur. Çünkü ancak geleneği yadsırsanız Üstadınızı eşşizleştirebilirsiniz ve öncesizleştirebilirsiniz. Geleneği yadsıyarak lideri ve şeyhi eşsizleştirme çabalarını diğer dini cemaatlerde de görmek mümkündür.
Acı Sonuçlar
Bazen de bu yadsıma tavrının çok acı sonuçları olur. Bu yakınlarda bunu Gülen cemaati özelinde tecrübe ettik.
Şöyle ki Fethullah Gülen’in kimlik inşa etme metodu önemli miktarda gerçeği yadsımaya dayalı görünüyor. Mesela, tarih Gülen için kimlik inşasında ona ihtiyaç duyduğu malzemeyi sağlayan bir rezervuar gibidir. Tarihte gerçekte ne olduğundan ziyade tarihi nasıl kullanabileceği ile ilgilidir. Gülen’i dinleyen birinin Osmanlı‘daki insan hakları ihlallerini duyma ihtimali neredeyse yoktur. İslam medeniyetinin ilk yıllarındaki iç savaş sırasında yaşanan trajedilere dair derinlikli bir hesaplaşmayı da en azından kamuya açık şekilde ondan duymanız çok zordur.
Bunu bir hareketin lideri olarak yaptığını söyleyebilirsiniz elbette. Tarihi kristalize ederek takipçilerine güçlü bir hedef ve motivasyon sağlamayı ve bir kimlik inşa etmeyi başarır gerçekten. Bu şekilde inşa ettiği kimlik ile geniş kitleleri harekete geçirmiştir. Ama bunun uzun vadeli sonuçları incelenmelidir.
Gerçekten koparak kimlik inşa etmenin bir bedeli vardır. Bu bedel bazen çok ağırdır. Mesela, Gülen’in söylemindeki “Anadolu insanı” ve “necip millet” gibi tabirler idealize edilmiş bir insan grubuna işaret eder. Bu, Türk insanının gerçekliğinden çok uzakta bir hayale göndermedir. “Anadolu insanı” ve “necip millet” diye aslında olmayan bir hayale inanmış bir kişi elbetteki bu insan grubunun bazen ne kadar acımasızlaşabileceğini ve duyarsızlaşabileceğini göremez. Bunu görebilmek için Kürdlere, Ermenilere, Alevilere, azınlıklara yapılanları yadsımamış olmak ve sıklıkla vurgulamış olmak gerekir. Bir başka deyişle, İslam ve Türk tarihini kristalize ederek anlamış bir zihniyet oradaki trajediyi yadsıdığı için bu günkü trajediyi de tam olarak anlamlandıramaz.
İlgili bir konu olarak gerçeği yadsımayı bir metot haline getirmek ilim konusunda da zorluklar çıkarır. Çünkü ilim karşınızdaki dünyayı olduğu gibi anlama çabasıdır. Yadsıma tavrının bir sonucu olarak sanırım Gülen –son yıllarda artan bir şekilde– tavır alırken ve açıklamalar yaparken soğuk kanlı ilmi analizlere başvurmak yerine, güvenlikçi reflekslere, istihbari dedikodulara, subjektif anekdotlara, duygusal aracılara, rüyalara vs. daha fazla önem vermiş görünüyor. Bunun acı sonuçlarının geniş çaplı yaşandığını görüyoruz. Benzer bir yadsıma tavrı sürdüğü müddetçe durumun böyle devam edeceğini de öngörebiliriz.
Aynı şekilde Gülen’in dili de bu yadsıma tavrının tesiri altında gelişmiş görünüyor. Mesela, kendisine açılan okullarla ilişkisi sorulduğunda “ben yalnızca tavsiye ediyorum” gibi cevaplar vermesi bunun yansıması olmalı. Politika ve devlet ile ilişkisine dair sorulara verdiği cevaplar da öyle. Bu ise kendisine koşulsuz bağlı taraftarları dışında çok geniş bir kesimle bir güven problemi yaşamasına sebep oluyor. Bunun da yer yer çok acı sonuçlarının olduğunu görüyoruz.
Gerçeği yadsıyarak ve ona gözünü kapatarak kimlik inşa etmenin bedeli ağırdır. Öyle görünüyor ki gerçek sizden eninde sonunda öcünü alıyor.
Sonuç
“Yadsıyan akıl” İslam dünyasını kendisiyle hesaplaşamayan bir medeniyet haline getirmiştir. Tam da bu hesaplaşmayı yapmadığı için bir türlü sorunlarına çareler bulamamakta ve aynı problemleri tekrar tekrar değişik formlarda üretmektedir. Tedavinin başlaması için önce hasta olduğunuzu kabul etmeniz gerekir. Hastalığı, yadsıyarak tedavi edemezsiniz. Dürüst olmalı, kendimize ve hayata karşı. Hayır hakikattedir. Krizin en yoğun olduğu zamanda bile bu böyledir.
- 11 Eylül’den 20 Yıl Sonra Batı ve İslam Dünyası - 13 Eylül 2021
- Türkiye’de Rasyonalist İslam: Kur’an ve Tarihselcilik - 30 Temmuz 2021
- İnsan, Tanrı ve Nedensellik: İslam Düşüncesinde Kader - 23 Mayıs 2021