Sivil Toplum, Türkiye ve Cemaatler | Savaş Genç

Jürgen Habermas’a göre kamusal alan özel yaşamın noktalandığı ve bireyin sosyal hayata ve tartışmalara katıldığı, yani görülebilir olduğu alanda başlar. Sivil toplum yapıları da özerk, demokratik, özgür, katılımcı ve şeffaf olabildikleri ölçüde kamusal alan içinde alternatif fikirler üretip kamu politikalarına ve toplumsal gelişime katkı sağlayabilirler.

Buna karşılık, çoğulculuk prensibini ve karar alma süreçlerindeki şeffafiyeti koruyamayan sivil toplum örgütleri ise merkezi, çoğu zaman da görünür olmayan bir hiyerarşi tarafından idare edilirler. Bu ise bir bakıma Habermas’ın kamusal olarak tanımladığı alanı sanki mahrem bir alanmış gibi kullanmak istemek anlamına gelir. Doğal olarak, bireylerin grup kimliği içinde asimile olma ihtimalinin oldukça yüksek olduğu bu tür yapılarda katılımcı sosyolojik özelliklerin yaşatılması neredeyse imkansızdır.

Sivil toplum, muhalif kimliği ile devletin hareket alanının sınırlarını belirlemeye çalışır. Öte yandan devlet de sivil toplum içinde bireylerin grup baskısı altında kalmasına engel olmaya çalışır. Böylece ikisi de karşılıklı bir meşruiyet inşasına hizmet ederler. Denetimden muaf ve görünür olmayan, yani bir tür gizlilik esasına göre hareket etmekte ısrar eden sivil toplum örgütleri ise bu karşılıklı ilişkiye aykırı hareket eden aktörlerdir. Kamusal alanda devlet ve sivil toplum ilişkilerinde böylece devletin oyunun kuralına göre oynaması kadar önemli olan bir koşul da sivil toplumun da oyunun kurallarına göre oynamayı içselleştirmiş olmasıdır.

Dolayısıyla, gelişmiş bir demokrasi için sivil toplum ne kadar elzem ise, karar alma sürecini etkilemesi ve yönlendirmesi beklenen sivil toplum örgütlerinin iç dinamiklerinin demokratik olması da o kadar mühim ve kaçınılmazdır. Demokratik değerleri özümsemeyen sivil yapıların sayısı ya da üyelerinin çokluğu katılımcı demokrasi için büyük bir önem teşkil etmektedir. Devlete angaje, bağımlı, kimliğini resmi ideoloji ile inşa etmiş ve otonom olmayı başaramamış “sivil yapılar” ile kendi içinde şeffaflaşma ve demokratikleşme sorunlarını çözememiş örgütlerin demokratik hayata katkıları ise zayıf ve önemsizdir.

Muhafazakar ve Dini Yapılar Neden Sivil Toplum İnşa Edemiyor?

Bu sorunun cevabını kısaca şöyle vermek mümkündür: Sivil toplum olacak kadar sivilleşmeden adeta askeri bir disiplin içinde yapılandırılan, cemaat, tarikat ve vakıflardan müteşekkil muhafazakar-dindar oluşumların gerçek bir sivil toplum olmaması için gerekli tedbirlerin tamamı hiyerarşik ve tartışılmaz bir düzen içinde alınmaktadır. Bir kere, muhafazakar-dindar yapıların sorunu demokrasi kavramına yükledikleri anlamlarla başlıyor. Demokrasiyi çoğunluğun azınlığı yönettiği, her şeyin sandıkta başlayıp bittiği, bir rejim ya da araç olarak gören siyasal algının, çoğunlukçu bir sivil toplum inşa etmesi beklenemez. Burada altı çizilmesi gereken sorun şudur ki, tarihsel olarak İslami grupların demokrasi algısı sayısal çoğunluk tartışması üzerinden gelişmiştir.

Bununla beraber, bu imkansızlığın açıklanması biraz da dini hareketlerin iç dinamikleri ile ilgilidir. Dini, öncelikle yasaklayıcı bir kaynak ve güç inşası için araç olarak kullanmayı alışkanlık haline getirmiş yapıların çok seslilik karşısında entelektüel bir tavır takınacak alt yapıya sahip olmamaları, modern bir sivil toplum inşasına cesaret edememelerini de büyük ölçüde izah ediyor.

Liyakat yerine karar alıcılara sadık aktörlerin kilit noktalarda istihdam edilmeleri, muhafazakar-dindar geleneğin içinden çıktığı topluma paralel olarak bünyesinde barındırmakta ısrar ettiği diğer bir önemli handikabıdır. Farklı sosyal, etnik ve dini grupların sorunlarına eğilmeyi gelenek haline getirmemekte direnen ve ısrarla sadece kendi ajandalarını takip etmeyi tercih eden oluşumların küresel sivil toplum felsefesine ciddi bir katkı sağlayamamaları şaşırtıcı değildir.

Sivil toplum örgütlerini karar alma mekanizmasını etkileyecek bilgi ve veri üretebilen yapılar olarak değil de devletin önemli alanlarını ele geçirecek dayanışma ya da  güç birliği ağları olarak algılamak, gerek il-ilçe dayanışma-hemşehri dernekleri kuran, gerekse din referanslı altyapı ile cemaat, tarikat ve vakıf inşa etmeye çalışan grupların bir başka ortak sorunudur. Hatta bu açıdan Türkiye’de pek çok dini cemaat ve hareketi birer post-modern hemşehricilik ağı olarak tanımlamak doğru olacaktır.

Cemaat Sivil Toplum Olamadan AKP ile Tanıştı

Gülen cemaatinin Türkiye’de gerçekten bir sivil toplum inşa edilmesinde neden dönüştürücü bir katkı sağlayamadığı sorusuna yukarda anlattığımız çerçeve ışığında bir cevap aranabilir. İslam adına şiddet kullanıp radikalleşen hareketlere inat Cemaat, Türkiye’de ve dünyada diyalog ve karşılıklı müsamaha söylem ve eylemini tercih ederek kısa süre içinde yaptığı açılımlarla geniş kitlelere ulaştı.

Nitekim, Cemaat’in, Risale-i Nur geleneğinin “medenilere galebe ikna ile olur” klasik düsturu ile özetlenebilecek yaklaşımı muhafazakar ve seküler insanlarda Batılı anlamda bir sivil toplum teşekkülüne dönüşebileceği beklentisi oluşturdu. Bu beklenti ile  Cemaat’e ciddi bir kredi verildi. Devlet dışı alanda kalarak küresel etkisinin olması beklenen Gülen cemaati, kendine tanınan toplumsal krediyi yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığımız ölçüde modern bir sivil toplum örgütün inşası için kullanıp, karar alma mekanizması ve aktörleri daha şeffaf, seçimle gelip gidebilen, dolayısı ile kendi üye ya da tabanı tarafından hesap sorulabilen modern bir yapı inşa edebilmiş olsaydı, çok daha etkin, güvenilir ve en zor zamanlarında bile toplumun farklı kesimlerinin huzur içinde sahip çıkabileceği bir yapı olabilirdi.

Halbuki, Gülen cemaati yerel ölçekte modern STK’lar ile rekabet edebilecek, seçim ve maddi kaynaklarının yönetimini daha şeffaf organize edebilen yapılar oluşturmak yerine, sadece ülkedeki İslamcı tablodan daha iyi ve daha modern işler çıkartarak, “ehven-i şer” rolüne razı oldu.

Gülen cemaati büyüyüp sosyal hayatın farklı alanlarında gerek kurumları gerekse devlet içinde boy göstermeye başlayan aktörleri ile görünür olmaya başladıktan sonra en yumuşak karnı olan karar alma mekanizması ve şeffaflık sorunu üzerinden toplumsal tabanı da olan korkular inşa edilmeye başlandı. “Bunlar takiyye yapıyor, amaçları devleti ele geçirmek” çıkışlarına karşı makamların ve devletin küçük idealler olduğunu vurgulayan Fethullah Gülen, velilere, okurlara, iş adamı ve entelektüellere toplumsal bir sözleşme sunuyordu. Aslında Gülen bir anlamda karşı bir tez olarak “güç ve iktidar ayaklarımızın altındadır, biz gönülleri fethetmek üzere yola çıktık” diyordu.

Ancak bu süreçte, Avrupa Birliği (AB) istikametinde reformlar yapan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarına destek verme referansı ile Cemaat, tarihinde ilk defa bir partiye angaje görüntü çizme pahasına kendi gündemi ile iştigal olan sivil toplum ekseninden, siyasi taraf olduğu bir alana geçti. Böylelikle Cemaat, tabanının farkında olamayacağı dozda  bir siyasallaşma sürecine girmiş oldu. Geçmişte günlük gazete haberlerini okumayı bile vakit kaybı olarak gören Cemaat gönüllüleri, bu keskin dönüşümün sonrasında sohbetlerinde girift siyasi konuları konuşmaya başladı ve böylece kendilerinin de oldukça yabancı olduğu bir alana yöneldi. AKP de, Kemalist-seküler yapıyı tasfiye etmek için siyasi kavgaya oldukça hazır, hatta iştahlı olduğu görülen Cemaat’in karar alma mekanizmasındaki aktörleri usta manevralarla güç oyununun merkezine çekti.

Devlet kurumları adeta parti kurumuna dönüşüp, medya organları tek tek AKP eline geçip, otoriterleşmenin ilk evresi tamamlanırken, herkese kucak açma ve herkesi kendi konumunda kabul edip gerçek sivil toplum örgütü prensipleri ile hareket etme taahhüdü veren Cemaat, kendi felsefesine büyük ölçüde sırt çevirerek, AKP’nin yaşam alanına hapsolmuş oldu.

Cemaat daha önce kendi karar alma mekanizması ve yapılanmasında AB normlarını işleten ve önceleyen sivil yapılar inşa etmiş olsaydı, tarihinde ilk defa bir partiye bu kadar angaje oluşunu, bir zaman sonra desteğini çekmek istediğinde, daha sağlıklı izah edebilirdi. Ancak, “ne oldu da AKP’yi desteklemekten vaz geçtiniz?” sorusuna mevcut cemaat yapısını devam ettirerek “çünkü AB çizgisinden saptılar” yanıtını vermesi demokratik-laik muhataplar tarafından hiç de ikna edici bulunmadı.

Devlet içinde isimleri Cemaat’le zikredilen aktörlerin icraatları kamuoyunda Cemaat’in sadece bir sivil toplum örgütü olmadığı algısını üretirken, hemen her siyasi konuda beyanat veren liderinin de sadece bir kanaat önderi olmadığı düşüncesi toplumda yerleşti. Temelde eğitim gönüllülüğüne dayanan bu fedakar yapının sokaktaki algısı eskiden işine aşık bir öğretmen ve ona sahip çıkmaya çalışan cömert iş adamı-esnafa dayalı iken, sonrasında bu algının temsilcileri asker, polis, savcı, hakime dönüştü. Bu süreçte, Gülen’in ısrarla ve sadece “binde birini bile tanımam” açıklaması, Cemaat’in yalnızca bir sivil toplum örgütü olarak algılanmasına yeterli gelmedi. Aksine, Özgür Koca’nın da Kıtalar Arası’ndaki yazısında vurguladığı gibi bir güven problemi oluşturdu. Sonuçta, en azından bir seçim döneminde, insanlar Cemaat’e bakınca örgütlü olarak bir grup polisin milletvekili seçilmesi için çabalayan insanlar görmekteydi.

Cemaatin yetişmiş kaliteli elemanlarını referans göstererek, ısrarla devlette kadrolaşma inadı karşısında kitleler “ben bireyim, bunlar organize ve birbirlerini çok tutuyorlar” korkusu ile hareket ederek Gülen cemaatine yüksek sesle tepki vermeye, öncelikle ulusalcı kanadın F-tipi daha sonrada AKP’nin “paralel yapı” tezlerini satın almaya başladı. Toplumun seküler kesimi ve hatta küresel eksende çeşitli çevrelerle olan ilişkiler özellikle Ahmet Şık gibi gazetecilerin tutuklanması ve hareketin önemli aktörleri ile medya organlarının bu süreçte kullandığı dil yüzünden bir kırılma noktasına evirildi. AKP ile girişeceği mücadele öncesi, Gülen cemaati sivil toplum örgütü algısını çok büyük ölçüde AKP’ye destek verdiği dönemde harcamıştı. AKP ile kavgaya girişmemiş olsa bile Cemaat’in yapması gereken, toplumda daha önce yükselen eleştirileri görerek, devlet içinde var olma gayretinden vaz geçip, 657’ye tabi olan kitleye çay sohbeti bile düzenlememekti.

Ne var ki, “iktidar ve makamları ayaklarımızın altındadır, gönülleri fethetmeye geldik” diyen felsefeye bulaşan devlet virüsü bu tarz bir siyasetten ve devletten geri çekilmeye mani oldu. Cemaat toplumdaki olumlu algısının çoğunu, ülkede otoriterleşme ve yolsuzluk gibi büyük sorunların kaynağı olarak ilan ettiği AKP ile mücadele etmeye başladığı zaman değil, daha öncesinde eğitim gönüllüsü, sivil toplum örgütü kimliğini siyaset uğruna ikinci plana attığı gün kaybetmişti.

Sonuç

Devlet dışı alanda kalıp, katılımcı, çoğulcu, şeffaf ve demokratik yapılar inşa eden sivil toplum örgütleri zaman içinde iktidarlara karşı giriştikleri mücadelelerde baskıya uğrayıp büyük ölçüde güçlerini kaybetseler de toplumsal desteklerini muhafaza etmeyi hatta artırmayı başarabilirler. Gülen cemaatinin haklı bir zeminde ve büyük mağduriyetler yaşayarak Türkiye’de giriştiği mücadelede gerektiği ölçüde toplumsal destek alamamasının ana nedeni evrensel ölçüde şeffaf bir yapı inşa etmemiş ve hatta Türkiye ölçüsünde bile güven telkin eden  bir algı oluşturmayı başaramamış olmasıdır. Ülkenin içinde bulunduğu şartlara dayandırılan “tedbir” yöntemi, devlet içinde görev yapan gönüllüleri ile irtibat içinde kalma tercihini izah etmekte yetersiz kalmıştır.

Kendi iç işleyişinde katılımcı demokratik ve hesap verebilir bir mekanizmayı oturtamayan yapıların sivil demokratik tartışmalara yapabilecekleri katkılar sınırlıdır. Erdoğan’a haklı olarak tek adam rejimi inşa ediyor eleştirisi getiren Gülen cemaati, tüm iyi niyetli eleştirilere rağmen alt yapısını bu tartışmaya uygun hale getirmemiştir. Daha kötüsü, bazı küçük değişim işaretlerine rağmen bu yönde ciddi adımlar son dönemde bile atılmamıştır.

Gülen cemaatinin modern bir eğitim ve sivil toplum hareketi olarak küresel eksende yoluna devam edebilmesi için önemli bir öneri şudur: Vitrin önünde duran temsilcileri bulundukları konumlara, kamusal alanda görünür olmayan ve güçlerinin kaynağı şeffaflık içinde izah edilemeyen aktörlerin ataması ile gelmemelidirler. Yöneticiler, oligarşik bir heyet  ya da bir şahısın çizgisinden ziyade, gerçek bir sivil toplum örgütünde olduğu gibi, her ülkedeki gönüllülerin bulundukları ülke gerçeklerini de dikkate alarak müzakere ile ulaştıkları kararlar sonucunda  belirlenmelidirler. Cemaat şunu unutmamalıdır ki her türlü sivil ve siyasi yapıyı şirketlerden ayıran faktör, tabanın tepeyi şekillendirmesidir.

Modern dünyada göreceli olarak radikal İslami gruplardan daha ılımlı bir söylem tercih edip, seküler yapılar inşa ederek, mevcut cemaat yapısı üstüne inşa edilebilecek diyalog çalışmalarının sınırları bellidir ve Gülen cemaati seneler önce bu sınırlara ulaşmıştır. Şimdi Cemaat’in önünde aslında daha önce Türkiye’de karşılaştığı aynı soru duruyor: Küresel düzeyde Cemaat gerçek bir sivil toplum hareketine mi dönüşecek, yoksa radikal İslamcı akımlar karşısında sadece bir “ehven-i şer” olarak mı kalacak?

Yazdır

Scroll to Top