Gökhan Bacık’ın “Din ve Bilim” Yazısına Bir Eleştiri | Özgür Koca

Gökhan Bacık yaklaşık iki hafta önce “Din ve Bilim Arasındaki İlişkiyi Yeniden Tartışmak” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Bu yazısında din-bilim ilişkisini inşa etmek için bir yöntem öneriyor. Eğer onu doğru anlıyorsam din ve bilimi iki ayrı alana yerleştirerek din adamlarının bilimsel mevzularda boylarını aşan iddialarda bulunmasını engellemeyi amaçlıyor. Böylece meslek bilgisine, uzmanlığa, bilimsel faaliyetin hayatımızda daha belirleyici bir rol oynamasına alan açıyor. Bu açıdan din ve bilimi, Stephen J. Gould’un belirttiği gibi, birbiriyle kesişmeyen iki ayrı alana (non-overlapping domains) koymak  gerekiyor. Bacık’ın ifadesi ile,

 1972 yılında Amerikan Bilimler Akademisi, bu konuda önemli bir bildiri yayımlamıştır. Akademi’nin bildirisinde şu denilmiştir: Bilim ve din insan düşüncesinin birbirinden ayrı ve karşılıklı olarak birbirlerini kendilerinden ayıran alanlarıdır. Bu Stephen J. Gould’un daha sonra “birbiri ile örtüşmeme ilkesi” olarak adlandırdığı durumdur. Gould’a göre bu ilke ile din ve bilim “saygılı biçimde” birbirlerine karışmayacaklar. Burada önemli olan din ve bilimin farklı alanlar olarak ayrışmasıdır.

Bu pozisyonun eleştirisine geçmeden önce Gould ve Bacık’ın önerisinin felsefe tarihi içinde değişik şekillerde başkaları tarafından da seslendirildiğini belirtmeliyiz.

Mesela, Descartes‘ın düşünsel alan ile fiziksel alan (res cogitans-res extensa) arasında yaptığı ayrım pek çokları tarafından aslında bilimsel faaliyete dini kaygılardan uzak bir alan açma çabası olarak yorumlanır. Bu bilimsel faaliyeti özgürleştireceği gibi dini de bilimsel teorilerin (özellikle Newtoncu mekaniğin) şüpheci sonuçlarından muhafaza edecektir.

Benzer bir şekilde Kant üzerinde rasyonel olarak konuşulabilen ve konuşulamayan (phenomena-noumena) alanlar ayrımı ile dini düşünceye bilimin yargılarından bağımsız bir alan açmak ister. Din Tanrı ve özgür irade gibi bilimin ispatlayamadığı ve çürütemediği alana sığınır. Bilim de dinin rasyonel darlığından bağımsız iş görür.

Yine Wittgenstein din ve bilimi iki farklı dil oyunu (language game) olarak görür. Bu iki alanda oynanan oyunlar birbirinden bağımsızdır. Çünkü farklı dilsel mantıkların ürünüdürler. Dolayısıyla bir alanda söylenilen diğer alan için çok bir şey ifade etmez. Hangi oyunu oynamak istiyorsanız o oyunun kurallarına uyarsınız. Bir oyunun kurallarını diğerine dikte etmezsiniz. Böylece alanların ayrışması ve otonomisi sağlanır.

Bütün bu önerilerin ortak noktası bilim ve din alanlarını ayrı inşa etmek ve bu iki alanın özgürlüğünü ve otonomisini korumaktır. Böylece din adamları her konuda konuşmayacak bilim adamları da ahlak gibi konularda daha mütevazi olacaklardır.

Bu akla yatan bir çözüm gibi duruyor. Ama bu öneriye “evet” cevabını vermeden önce bazı konular üzerinde daha etraflı düşünmemiz gerekiyor.

Bu noktada benim Bacık’ın önerisine iki itirazım olacak.

1- Din ve bilimi aralarından su sızmaz iki ayrı alana yerleştirme çabası arzu edilir bir durum mudur? Bence değil. Evet, böyle bir ayrım birbirleriyle kavga etmelerini, gereksiz ve zararlı alan ihlallerini engeller. Ama bu iki alanı radikal bir şekilde koparmak aynı zamanda birbirleriyle diyaloğa geçmelerini de engelleyecektir.

Bu noktada “neden birbirleriyle konuşsunlar ki?” sorusu akla gelebilir. Bence konuşmalılar çünkü bu ilişki koparıldığı anda din kendi içine kapanıyor ve radikalizm, irrasyonalite, muttaki naiflikler üretiyor. Bilim hakkında hiç bir şey bilmeyen bir din adamı hayattan kopuş yaşıyor. Yani din adamlarının bilim insanlarıyla konuşmaya ve onlardan öğrenmeye ihtiyacı var. Aynı şekilde bilim insanlarının dinlerin asırlar boyunca biriktirdiği hikmet ve ahlak öğretilerinden istifade etmesi mümkün. Din ve bilimi iki ayrı alana koyma çabası bu kopuşu destekleyecek, aralarındaki mesafeyi artıracak ve din adamını kendi cehaletinin rahatlığı ile baş başa bırakacak bir zemin sunacaktır.

Din adamları çok yüzeysel bilgi ile pek çok konuda konuşma hakkını zaten kendilerinde buluyorlar. Ekonomiden sağlığa her konuda söz söyleyen din adamlarının bu rahatlığı biraz da cehaletlerinden geliyor. Cehaletin cesareti diyelim buna. Ancak böyle bir diyalog onlara aslında hakkında konuştukları mevzuların ne kadar kompleks olduğunu ve biraz tevazu sahibi olmaları gerektiğini öğretecektir.

Bu açıdan ben din ve bilimi iki ayrı alana koymanın dini daha da radikalleştireceğini ve hayattan koparacağını düşünüyorum. Din adamları bilimin odasına girmeli; ama öğretmek içi değil öğrenmek için. Mütevazi bir öğrenci edasıyla “bilim fiziki dünya hakkında ne diyor” diye sormalı. Din adamının kendi darlığını aşması için buna ihtiyacı var. Ve fiziksiz metafizik absürttür.

Aynı şekilde bilim insanlarının da böyle bir diyaloğu ihmal edecek lüksleri yok. Bağnazlaşmış ve politikleşmiş din eninde sonunda onların da aktivitelerini tehdit edecektir çünkü. Dahası ahlak sorusu dinlerin asırlardır üzerinde düşündükleri bir konu ve bilimsel faaliyetin ahlak ile kesiştiği noktalarda bu diyalog onlar için de faydalı olacaktır.

2- Din ve bilimi iki ayrı alana koymak mümkün mü? Kanaatimce değil. Kaçınılmaz bir kesişim kümesi var.

Fiziki dünya hakkında bildiklerimiz metafiziğimizi ve ahlaki anlayışlarımızı etkiliyor. Olgular (facts) değerleri  (values) kaçınılmaz olarak şekillendiriyor.

Örneklendireyim… Newtoncu mekaniğin bütün dinlerin dünya hakkında düşünüşünü ve felsefecilerin çabalarını etkilediğini biliyoruz. Neredeyse 16. yy. sonra bütün felsefi akımlar yeni bilimin verilerini göze alarak önerildiler. Dini düşünce de özellikle Batı’da bundan payını aldı. Daha yakınlarda kuantum fiziğinin önümüze koyduğu “açık” dünya algısı Tanrı-alem ilişkisini determinist bir şekilde izah eden teolojik kurguları da şüpheli hale getirdi. Bu teorinin felsefi imalarından hareketle Tanrı’nın aleme nasıl tesir ettiğine dair farklı felsefi ve teolojik projeler ortaya çıktı.Bu hususta John Polkinghore’dan Alvin Plantiga’ya çok sayıda ismin yazdıklarına bakılabilir.

Bu hususta gene Evrim teorisinin nasıl değişik felsefi ve teolojik okumalar doğurduğunu hatırlayabiliriz. Mesela Katolik dünyasından Pierre Teilhard de Chardin ya da Hinduizm içinden Sri Aurobindo gibilerinin yazdıkları evrim teorisi ile uyumlu bir Tanrı anlayışı geliştirme çabasının ürünüdür. Gene Postmodern din ve felsefe anlayışlarının ortaya çıkışında kuantum ve izafiyet teorilerinin tesirini hatırlatıp geçelim.

Sözün özü bilimsel gelişmeler kaçınılmaz olarak dini algılarımız değiştiriyor. Bilim ile dini istesek de kesişmeyen iki kümeye koyamıyoruz. Bu bence iyi bir şey ve bundan kaçış yok gibi görünüyor.

Ama dahası var. Sahip olduğumuz dini ve felsefi zemin de bilimsel teorileri nasıl ele alacağımızı etkiliyor, özellikle paradigma değiştiren devrimsel bilimsel hamle anlarında.

Buna örnek olarak Einstein‘ın Quantum fiziğinin flu dünyasının karşısında “Tanrı zar atmaz” demesini hatırlayabiliriz. Kendisi Spinoza’nın determinist Tanrı anlayışının derin tesiri altında söyler bunu. Yani bilimsel bir teori hakkında felsefi zeminden hareketle sübjektif bir fikir beyan ediyor. Bu da bu tarz üst seviye bilim adamlarında bile felsefe-din ve bilim arasındaki ilişkinin sandığımızdan çok daha kompleks olduğuna bir işaret ediyor.

Öte yandan Heisenberg, Bohr, Bohm, ve Schrodinger gibi fizikçiler kuantum fiziğinin paradoksal sonuçlarını kabul etmekte çok isteklidirler. Bu da onların dünya görüşü ile yakından alakalı. Mesela Bohr’un meşhur varoluşçu filozof Kierkegaard‘ın tesiri altında olduğunu biliyoruz. Kierkegaard ona paradokslarla düşünmenin yolunu öğretiyor. Schrodinger’in Advaita Vedanta hayranlığını hatırlayabiliriz. Schrodinger’in kedisi tamda Vedanta’lardaki  “hem o hem bu” halindedir.

Yani bu bilim adamlarını felsefi ve dini ön kabulleri bilimsel bir teori ile ilişkilerini tayin etmişe benziyor. Einstein için kuantum teorisinin sonuçlarını kabul etmek zor iken diğerleri için çok kolay hatta zevkli bir şeydir. Dünya görüşlerindeki farklar bilimsel aktivitelerine tesir etmektedir.

Burada bizim için önemli bütün bu durumlarda din-bilim ilişkisini düalist kompartımanlar içinde tecrübe etmiyoruz. Fiziki dünya hakkında bilgimiz artıkça felsefelerimiz ve teolojilerimiz değiştiği gibi, felsefi ve teolojik zeminlerimiz de bilimin sonuçlarını nasıl yorumlayacağımızı belirliyor. Bacık’ın düalist önerisi perspektifinden bütün bunları nasıl anlamlandırabileceğimizi bilemiyorum.

Sonuç

Yukarıdaki sebeplerden ötürü Bacık’ın din ve bilimi kesişmeyen iki alana koymalı önerisinin arzu edilir ve mümkün olmadığını düşünüyorum. Peki çözüm ne? Bunun kolay bir cevabı yok. Ama başka modeller teklif edilebilir gibi geliyor bana. Bu ayrı bir yazı konusu. Şu kadarını belirtmeliyim. Bu iki alanı kendine göre otonomisi olan ama aynı zamanda da kesişen kümeler olarak kurgulamak daha doğru olur diye düşünüyorum. Üzerinde iyi düşünülmüş felsefi ve metafiziki geniş bir çerçeve içinde böyle bir buluşmanın ve konuşmanın mümkün olduğuna inanıyorum.

Din ve bilimin birbiriyle konuşabileceği bir geçiş alanına, bir “berzaha” ihtiyacımız var. Aksi halde özellikle din adamlarına kendi alanlarında inşa ettikleri küçük dünyalarının kralı olarak kalma ve başkalarını da o dünya içinde uyutma rahatlığı veriyor olabiliriz.

Yazdır

Scroll to Top