Yirminci yüzyılda Müslüman-çoğunluklu ülkelerin bir çoğu seküler yaşam tarzına sahip liderler ve laik denilebilecek anayasalar ile kuruldu. Türkiye’de Atatürk’ten İran’da Şah’a, Mısır’da Nasır’dan Tunus’ta Burgiba’ya, Suriye ve Irak’ta Baas Partisi kurucularından Endonezya’da Sukarno’ya kadar örnekleri sıralamak mümkün. Son kırk yıllık donemde ise bu ülkelerin hemen hepsi toplumsal olarak İslami muhafazakârlığa, siyasi ve hukuki olarak da daha İslami bir söylem hatta anayasal düzene geçiş yaptılar. Bu geçisin büyük “hikayesi” İngilizcede “Islamic revival” denilen, Türkçeye de “İslami diriliş” olarak çevirebileceğimiz kavram olarak ortaya çıktı.
İslami dirilişin üç temel sebebini sıralamak mümkün. Birincisi seküler/laik siyasi liderler ve sistemler toplumlarının siyasi ve sosyo-ekonomik beklentilerini karşılayamadılar; demokrasi yerine otoriter rejimler inşa ettiler. Ortaya çıkan toplumsal küskünlük ve talepleri dini parti, cemaat ve tarikatlar iyi değerlendirdi. İkincisi, Suudi Arabistan ve İran’ın petrol gelirleriyle beslenen uluslararası propaganda faaliyetleri etkili oldu. Üçüncüsü, sosyalizmin küresel kriz ve düşüşünün doğurduğu boşluğu dünya genelinde değişik dini gruplar ve akımlar, Müslüman ülkeler özelinde ise İslami hareketler doldurdu.
İslami diriliş denilen küresel akım tüm iddialarının ve oluşturduğu beklentilerin aksine otoriter, ranta dayalı, adalet anlayışını zedeleyen sonuçlar ortaya koydu. Endonezya gibi bazı örneklerde İslami muhafazakarların demokrasiye katkıda bulundukları bir gerçek. Ama genel itibariyle İslami muhafazakarlar demokrasi, üretim, hukukun üstünlüğü gibi kavramlarla barışık olacakları iddialarını etkili oldukları bir çok ülkede kendi elleriyle çürüttüler. Neticede Müslüman ülkeler genelinde ve özelliklede Arap ülkeleri ve Türkiye’de İslami diriliş faydadan çok zarara yol açtı. Siyasi güç bakımından bu ülkelerde İslami muhafazakarlar halen etkili olsalar da yaşadıkları ahlaki kriz uzun vadede çöküşlerinin kaçınılmaz olduğunu göstermektedir.
Bu arada İslamcı yerine, neden İslami muhafazakar kavramını kullandığımı kısaca açıklamak istiyorum. Bir çok bireysel muhafazakar, cemaat mensubu veya tarikat ehli, İslam ve siyaset konusundaki sorunlarla karşılaşınca suçu hemen İslamcılara atma eğilimindeler. Halbuki bu muhafazakârların siyaset anlayışı, lider kavramı, dünyaya bakışları İslamcılardan farklı değil. Türkiye’de bir çok tarikat ve cemaatin çok kısa sürede İslamcı bir söylemi benimsemiş olmaları da bu noktaya bir delildir.
Bugüne kadar İslami çöküşün nedenleri hakkında yazanlar genellikle iki nokta üzerine odaklandılar. Birincisi özeleştiri yoksunluğudur. İslami dirilişi temsil eden lider ve guruplar Müslümanların tarihlerini, kültürlerini, düşünce birikimlerini eleştirmeleri gerektiğini asla kabul etmediler. Bu aktörlere göre Müslümanların hemen her sorunu için Batı sömürgeciliğini, dış güçleri, karanlık odakları, içimizdeki kriptoları, vs. suçlamak gerekliydi. Gerçekte ise, dış müdahaleler azalsa bile, Müslümanlar bilim, sanat, mimari, şehirleşme, ekonomik kalkınma, barış, demokrasi, hukuk gibi alanlarda ortaya ciddi başarılar koyamadılar. Buna rağmen İslami kesim özeleştiri yerine bahanelerin ve totolojik açıklamaların arkasına sığınmaya devam etti.
İslami dirilişin çöküşü hakkında vurgulanan diğer nokta “dava” kavramının zararlarıdır. İslami hareketlerin sloganı haline gelmiş olan “dava” ilk başlarda idealist bir kavram gibi görülse de geldiğimiz noktada Makyavelizm’in, bireylere önem vermemenin ve hatta ahlaksızlığın bir aracı haline gelmiştir. Bu kavram amaca ulaşma adına her yolun mubah görülmesi, insanların birbirlerini davalarının dostu veya düşmanı diye kategorize etmesi ve kutsal davanın diğer tüm ahlaki prensipleri yutması sonuçlarını ortaya koymuştur.
Bu iki noktanın temelinde asıl eleştirilmesi gereken konu ise din algısıdır ve bu konuya girmekten çoğu Müslüman kaçınır. Eleştiri kültürünün gelişmemiş olması dini kutsallara dokunma korkusuyla ilişkilidir. “Dava”nın her tür ahlaki ve insani prensibin üzerinde olduğu düşüncesi de yine dinin sorgulanamaz ve uğruna her şeyin feda edileceği bir kavram olarak algılanmasıyla ilgilidir.
Kısacası, İslami diriliş yanlış bir İslam anlayışı üzerine kurulmuştur. İslami dirilişin ana sloganına göre “Çözüm İslam’da”dır. Müslümanlar İslam’a döndükleri takdirde sorunları çözülecektir, zira İslam tuvalete gitmekten, devlet yönetimine kadar her konuda sihirli formüller ortaya koymaktadır. Bu tarz bir ütopik din anlayışı İslamcılarla sınırlı olmayıp, neredeyse tüm İslami muhafazakarlar tarafından paylaşılmaktadır.
İslamiyet iman ve ibadet esasları ile tarih boyunca dünyanın değişik kıtalarında çok büyük insan kitlelerini kendine çekmiş manevi bir kaynaktır. Ama siyaset, ekonomi ve sosyal hayata dair bir çok konuda ya genel prensipler ortaya koymuş, ya da sessiz kalmıştır. Günümüzde İslam’ı her problemi çözecek totaliter sistem gibi sunanlar aslında İslam tarihindeki dini ekolleri, bunların insanlar tarafından ortaya konduğunu ve bu ekollerin birbirleriyle kavgalarını ya bilmezler ya da bilmezden gelirler.
Özellikle İslami bilginin neleri kapsadığı konusunda İslami kesimde tam bir tutarsızlık hakimdir. Kuran’da insanlığın tüm dini, siyasi ve sosyo-ekonomik ihtiyaçlarını karşılayacak bilginin var olduğunu iddia ederler. Sonra aynı kişiler hadislere çok ihtiyaç olduğunu, Kur’an’da beş vakit namazın nasıl kılınacağının bile bulunmadığını söylerler. Kur’an ve hadislerin her şeyi çözeceği iddiası ile aklı, felsefeyi ve bilimi hafife alırlar. Fakat kendileri bile Kuran ve hadisleri merkeze almaz; çağın tefsir kitabının ve asrın müceddidinin kim olduğu konusunda tartışırlar. Dahası Kuran ve hadisleri yetersiz görüp, mistik bilgi arayışına girerler. Adına irfan veya keşif denilen bu gizli bilgiye sadece kalp gözü açık veliler ulaşabilir. Bu velilerin rüya ve kerametlerle ulaştıkları bilgilere kitap okuyarak, eğitimle, bilimle ulaşılamaz. Bu yaklaşımların sonucu olarak eğitim adına ortaya çıkan hareketler bile akla, eleştirel düşünceye, bilimsel bilgiye ve bilim insanlarına mesafeli hale gelirler.
Bu kısır döngü İslami dirilişin bilgi ve bilim ile temel sorununu oluşturdu. İslami kesim bu epistemolojik sorunu görmezden geldi. Sonuçta İslami diriliş etkili olduğu ülkelerde vaatler üzerinden bir hayal dünyası kurdu. Şimdi bu dünya yıkılıyor.
Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından, “çöken komünizm değil, gerçek komünizm Sovyetler’de hiç yaşanmadı” sözü ikna edici olmadı. Benzer şekilde, Türkiye ve Arap ülkelerinde ve hatta Müslüman ülkeler genelinde yaşanan çok boyutlu krizlere ve trajedilere rağmen İslami muhafazakârlık paradigmasının hala ayakta olduğunu iddia etmek de ikna edici değildir. İslam’ı totaliter bir kurallar toplamı olarak sunmayan; akıl, eleştirel düşünce, bilim ve bireysel özgürlükler ile barışık, yeni bir din anlayışına ihtiyaç duyulmaktadır.