Hemen her hafta, Müslümanların işlediği şiddet olayları dünya medyasında yer almakta. Akademik kaynaklar da Müslümanlar ile şiddet arasında bir ilişki olduğunu göstermekte. Bir araştırmaya göre 1994 ile 2008 yılları arasında dünyada meydana gelen yüksek ölümlü terör bombalamalarının yarısından fazlası Müslümanlar tarafından gerçekleştirilmiş. Başka bir çalışma da 2009 yılında dünyada yaşanan 6 savaş ve 31 düşük yoğunluklu çatışmanın aktörlerinden yaklaşık yarısının Müslümanlar olduğunu ortaya koymuştur. Dünya nüfusunun beşte birini oluşturmalarına rağmen, Müslümanların şiddet alanında bu kadar yüksek bir oran teşkil etmeleri açıklanması gereken bir durumdur.

Aslında Müslümanlarla şiddet arasındaki yoğun ilişki son yüzyılı tamamen kapsamıyor. Sadece 1990’lardan günümüze geçen son 25-30 yılda bu yoğunluk  gözlemleniyor. İnsanlık tarihinin en kanlı şiddet olayları olan I. ve II. Dünya Savaşları’nda Müslümanlar çok sınırlı bir rol oynadılar. Ardından Soğuk Savaş boyunca da Müslümanların, özellikle de bu yazıda bir alt başlık olarak ele alacağımız İslamcıların, şiddete katılımları mukayeseli olarak sınırlı kaldı. Zira bu dönemde hem devletlerarası savaşlarda hem de terör faaliyetlerinde faşizm ve komünizm gibi ideolojiler ön planda idi. 1990’lara kadar Müslüman ülkelerin çoğunluğu zaten seküler—ve  bir kısmı itibariyle sosyalist—liderler ve partiler tarafından yönetiliyordu.

Peki, son 25-30 yılda ne oldu? Bu son dönemde komünizmin düşüşü ile doğan küresel sisteme alternatif ideoloji boşluğunu genel anlamda İslami muhafazakarlık, daha özelde ise İslamcılık doldurdu. İslamcılık, kısaca tanımlamak gerekirse, İslam hukukunu hem devlette hem de toplum düzeninde hakim kılmayı hedefleyen bir ideolojidir. Son dönemde, İslami gruplar hem Müslüman-çoğunluklu ülkeleri siyasi ve toplumsal açıdan daha İslami bir çizgiye çektiler, hem de İslamcılar uluslararası arenada terör konusunda ön plana çıktılar. 1979’da İran İhtilali ve Sovyet işgaline karşı “Afgan cihadı”nın ortaya çıkışı bu sürecin başlangıcı oldu. O halde, neden muhafazakar Müslümanların, özellikle de İslamcıların, etkilerinin artması, İslam ile şiddetin daha yoğun olarak beraber anılmalarına yol açtı?

Muhafazakar Müslümanların, özellikle de İslamcıların, şiddetle ilişkilerinde içinde bulundukları maddi şartların etkisi olduğu muhakkak. Sosyal bilimcilerin şiddet konusunda hemfikir oldukları tek bir konu varsa o da bu kavramın çok-sebepli ve karmaşık olduğudur. Bu sorunun tek bir nedenle açıklanması mümkün değildir. Sömürgeciliğin etkileri, Müslüman azınlıklara yapılan zulümler, uluslararası faktörler, devletlerin zayıflığı, rejimlerin otoriterliği, petrol rantı paylaşımı, ekonomik krizler ve genç nüfus fazlalığı gibi birçok faktör şiddete neden olmaktadır. Bu maddi şartların yanı sıra fikirler de şiddetin ortaya çıkmasında ve izlediği yollarda rol oynamaktadır.

Bu açıdan bakınca İslamcıların fikirleri onların şiddet üretmelerinin tek sebebi değildir. Ama yine de bu fikirlerin şiddet üretmelerine engel olmadığı da ortadadır. İslam barış dini ise, fikirlerinde onu referans aldıklarını iddia eden İslamcılar nasıl bu kadar şiddete eğilimli olabiliyorlar?

Bu yazının temel argümanı şiddet probleminin sadece İslamcıların bir sorunu olarak geçiştirilemeyeceği, aksine günümüzde ve tarihteki İslam alimlerinin bir çoğunun bu sorunda pay sahibi olduklarıdır. Yazı daha da ileri giderek İslamcılığı reddeden muhafazakarların bile klasik fıkıh cezaları ile yüzleşmeden İslam’ın barış dini olduğunu iddia etmelerinin ikna edici olmadığını vurgulamaktadır.

İslamcılar ve Ulema

İslamcıları üç kısma ayırmak mümkündür: geleneksel Sünni fıkıh ekollerini, en azından Hanbelilik dışındakileri, reddeden Selefiler; geleneksel Sünni fıkıh ekollerini takip edenler; kendi geleneksel fıkıh ekolleri olan Şiiler. Birinci grubun etkisi Suudi Arabistan’da (ve son yıllarda bir oranda Mısır’da), ikincisi Pakistan ve Mısır’da, üçüncüsü ise İran’da gözlemlenebilir. Her grubun içinde cihatçı olan ve daha az şiddete eğilimli olan ayrımı da yapılmaktadır. Günümüzde IŞİD, El Kaide, Boko Haram gibi terörist gruplar geneli itibari ile cihatçı-Selefi örgütlerdir.

Birçok sosyal bilim eserinde İslamcılar, ulemadan farklı, hatta ulemaya rakip bir grup olarak değerlendirilmektedirler. Ben bu görüşe katılmıyorum; İslamcılar ile ulemanın bir çok konuda benzer düşündüklerini, hatta işbirliği yaptıklarını gözlemliyorum. İslamcılığın bir ideolojik aidiyet, alim olmanın ise İslami ilimlerde eğitim almakla ilgili olduğu doğrudur. Bu açıdan, evet, İslamcı olmak ile alim olmak farklı kategorilerdir. Fakat,  pratikte İslamcılar ile ulema arasında çok yönlü bir geçişkenlik yaşanmaktadır.

Bu geçişkenliğe güncel bir örnek Müslüman Kardeşler’in günümüzün meşhur alimlerinden Yusuf El Karadavi’ye iki defa liderlik teklifi götürmüş olmalarıdır. Yine 2012 yılında Müslüman Kardeşler’in etkisinde hazırlanan yeni Mısır Anayasası’na şeriat hükümlerinin ne olduğu konusunda yetkili merciinin El Ezher Ulema Konseyi olduğuna dair bir madde konmuştur. Kısacası İslamcıların siyasete ve topluma hakim kılmayı hedefledikleri İslam hukukunun ne olduğu konusunda son söz ulemaya aittir.

İslamcılığın öncülerinden ve Hint Yarımadası’nda yaşamış olan Mevdudi medrese eğitimi almasına rağmen kendisini bir alim olarak takdim etmemiştir. Ondan etkilenenlerden Mısırlı Müslüman Kardeşler’in liderlerinden Seyyid Kutub ise klasik ölçülere göre alim olmayan bir İslamcıydı. Her ikisinden de etkilenen Şii Humeyni ise hem alim hem İslamcı olan bir örnektir. Bu arada yeri gelmiş iken belirtmek gerekir ki üçü arasında şiddet konusunda en radikal kitabı yazmış olan Kutub’tur.

Kutub ve Diğer Radikal Yorumcular

Kutub’un (1906-1966) yazmış olduğu Yoldaki İşaretler en çok okunmuş İslamcı kitaplardan biri, belki birincisidir. Kitabın 4. bölümde Kutub, eski alimlerden İbn Kayyim El Cevziyye (1292-1350)’den hayranlıkla alıntılar yapar. Bu alıntılarda Cevziyye İslam’ın şiddetle ilişkisini Kur’an ayetlerinin inme sırasına göre açıkladığını iddia eder. Açıklamaya göre İslam’ın başlangıç döneminde Müslümanlar zayıf oldukları için Kur’an onlara savunmada kalmalarını emretmiş, fakat sonrasında Müslümanlar güçlenince Kur’an onlara saldırgan bir şekilde şiddet kullanmalarını emretmiştir.

Kutub’a göre İslam’ın asıl mesajı bu son safhada ortaya çıkmış olan saldırgan cihat anlayışıdır. Tüm Kur’an ayetleri bu şekilde okunmalı ve cihat kesinlikle savunma merkezli anlaşılmamalıdır. Müslümanlar hem kendi ülkelerinde seküler sistemler inşa eden siyasilere karşı, hem de uluslararası düzende Allah’ın hakimiyetine alternatif olarak kurulan sistemlere karşı şiddet kullanmalıdırlar. Ancak bu şekilde insanları arzularının esiri olmaktan kurtarabilir ve insan yapısı hukuk sistemlerin yerine şeriatı ikame edebilirler. Gayri-Müslim ülkelerin önünde de üç seçenek bulunmaktadır: Müslüman olmak, Müslümanlara para ödemek veya onlarla savaşmak.

Kutub, barış, hoşgörü ve sabrı emreden eden ayet ve hadisleri ilk Müslümanların zayıf oldukları dönemin şartları içinde ele alır ve bunları “prensip olarak değil, strateji olarak” değerlendirir.

Açıkçası Kutub’un İslam anlayışını barış dini olarak görmek mümkün değildir. Dahası, böyle bir stratejik anlayışa gücü ele geçirene kadar palazlanma fırsatı tanımak, demokratik ülkeler için bile bir naiflik anlamına gelir.

Kutub’un radikal İslam yorumu on yıl boyunca Mısır hapishanelerinde maruz kaldığı ve şahit olduğu işkencelerden de, Batı düşmanlığından da etkilenmiş olabilir. Öyle de olsa bu fikirleri İbn Teymiyye’nin en meşhur talebesi olan Cevziyye’ye dayandırmakta ve ayetlerle açıklamakta olduğu için çok sayıda Müslümanı etkilemiştir.

Aslında Kutub’un radikal yorumu nesih konusundaki daha büyük bir tartışmanın bir uzantısıdır. Kur’an ayetlerinin bazılarının kendilerinden önceki ayetlerin hükümlerini kaldırmasına, nesih denmektedir. Bazı yorumculara göre içinde “müşrikleri nerede bulursanız öldürün, yakalayın, hapsedin” ifadesinin geçtiği Tevbe Suresi’nin beşinci ayeti (9: 5) affetme, hoşgörü, sabır ve barış emreden çok ayetin hükmünü kaldırmıştır. Nesh oldukları iddia edilen bu ayetlerin sayılarını 140’a kadar çıkaranlar bulunmaktadır. Bu tarz bir yorumun İslam’ın barışçı mesajını yok ettiği açıktır.

Daha dar anlamda günümüzde belirli radikal yorumları güncel siyasetin etkisiyle savunan alimler de vardır. Bunlardan biri Karadavi’dir. İntihar saldırılarını İsrail’e karşı teşvik eden fetvasında Karadavi şöyle diyebilmiştir: “Öldürülenler arasında siviller olsa dahi, Filistinlilerin Siyonist işgaline karşı yaptıkları intihar saldırıları şehitlik eylemleridir ve hiçbir şekilde illegal terör eylemleri içinde değerlendirilemezler… Başka hangi silah, düşmanların içinde kendisini havaya uçuran bir genç adam veya kadından daha etkili bir şekilde düşmana zarar verip, onun uykularını kaçırıp, onun güven ve istikrarını elinden alabilir?”

Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Mekke hayatını stratejik bir barış görüntüsü olarak adlandıran Kutub’un görüşlerine göre de, Kuran’da yüzün üzerindeki barışla ilgili ayetlerin hükümlerinin kalktığını iddia eden yorumlara göre de, —Filistinlilerin uğradıkları zulme tepki olarak dahi olsa—intihar saldırılarını teşvik eden Karadavi’nin açıklamalarına göre de İslam barış dini değildir. Peki bu örneklerdeki radikal İslamcı ve ulema yorumları diğer Müslümanları temsil etmekte midir?

Muhafazakar Müslümanlar ve Şiddet

Muhafazakar Müslümanların önemli kısmı şiddet konusundaki sorunlu fikirleri sadece İslamcılara ait sanmaktadırlar. Halbuki görüldüğü gibi ulema da aynı sorunlarla içli-dışlıdır. Bunun ötesinde de muhafazakar Müslümanlar genelde uluslararası savaş ve ülke içinde şiddet kullanımının devlet otoritesine ait olduğunu vurgulayarak terörizmi reddederler ve böylece şiddet sorunu çözdüklerini sanırlar. Terörün reddi gerekli ve önemli bir adımdır, ama gerçekten barışçıl olmak için yeterli değildir. Zira terör dışında, devlet eliyle din adına uygulanabilen şiddet çeşitleri bulunmaktadır.

Mesela fıkıh ekollerinin hemen hepsine göre namaz kılmayana hapis, dayak ve hatta idamı içeren cezalar uygulanır. Benzeri şekilde yerleşik fıkıh anlayışına göre İslam’dan çıkan bir Müslüman öldürülür. Hatta Ebu Hamid El Gazali gibi alimlere göre kişi kendisi “ben Müslümanım” dese bile, İslam inancına ters düştüğü düşünülen bir fikri savunsa, mesela haşirin cismani değil ruhani olacağını iddia etse, katli vacip olur. Düşünce ve din özgürlüğünü kısıtlayan bu tür fıkıh hükümlerini kabul eden birisi için de İslam’ın barış dini olduğunu savunmak kolay değildir.

Bu tür fikirler teorik boyutta kalmamakta, bir çok Müslüman ülkenin şiddet ve otoriterlik sarmalına hapsolmasına hizmet etmektedir. En çok bilinen örneklerden bazıları şunlardır: Sudan’da Muhammed Taha reformist fikirlerinden dolayı mürtet ilan edilerek idam edilmiştir. Mısır’da 1990’lı yıllarda bir çok aydın mürtet ilan edilerek sokakta infaz edilmişlerdir. Farag Foda adlı eleştirel Müslümanın öldürülmesinin ardından, mahkemede şahitlik eden ünlü Ezher mezunu bir alim katili savunarak mürtedi katletmenin suç değil, vazife olduğunu savunabilmiştir.  Pakistan’da mürtedin öldürülmemesini savunan bir bölge valisi koruması tarafından öldürülmüş ve katil hem ulemadan hem de toplumdan çok büyük destek görmüştür.

2013 yılında yapılan Pew Anketi’ne göre “İslam’dan çıkanın öldürülmesi gerektiğini” savunanların oranı Pakistan’ın dahil olduğu Güney Asya bölgesinde %58 oranında çoğunluğu oluşturmaktadır. Ortadoğu/ Kuzey Afrika’da %36 ile azınlığı ve yine Endonezya’nın dahil olduğu Güneydoğu Asya’da da %20’lik bir azınlığı oluşturmaktadırlar. Kısacası İslam’ın bir barış dini olup olmadığı konusunda Müslümanların kafası karışık görünmektedir.

Sonuç

Son dönemde yaşanan iç savaşlar, terör hadiseleri ve bazı eleştirel aydınların katledilmeleri İslam’ın şiddet ile anılmasına yol açmıştır. Bu algıda İslamcıların radikal fikir ve eylemleri yanı sıra İslam alimlerinin bir kısmının şiddeti teşvik eden açıklamaları da etkili olmuştur. Güncel yorumların ötesinde de İslamcılar gerek fıkıhtan gerekse İslam tarihinden şiddeti meşrulaştıracak referanslar bulabilmektedirler.

İslam’ın barış mesajının doğru anlaşılabilmesi için hem İslam tarihinin, hem de tarihi koşullar altında ortaya konmuş olan fıkıh yorumlarının tenkide tabi tutulması ve günümüz şartlarına uygun dini yorumların yapılması gerekmektedir. Tarihte yaşanmış şiddet hadiselerinin örnek alınmaları reddedilmelidir. Her dönemin kendi şartları vardır. Dini yorum ve kurallar barış gibi genel prensiplere dayanmalı, geçmişte yaşanan şiddeti bugüne taşımamalıdırlar.

İslam’ın bir barış dini olduğunu savunan Müslümanların varlığı hem İslam’ın imajı adına hem de dünya barışı için önemli ve gereklidir. Bu konuda Kur’an’dan ayetler okunması da barış mesajını güçlendirmektedir. Fakat bunlar yeterli değildir.

İslam’ın barış dini olduğunu savunanlar, Kutub ve Karadavi gibi radikal yorumları yayanlara karşı teorik altyapısı güçlü argümanlar geliştirmeli ve görüşlerini sistematik bir şekilde ortaya koymalıdırlar.

Örneğin bu fikri mücadeleye namaz kılmayanın ve dinden çıkanın öldürülmesine dair, günümüz realitelerinden kopuk, Osmanlı’nın son döneminde bile resmen reddedilmiş, fıkıh hükümlerini eleştirerek başlayabilirler.

Yazdır