“Alnı secdeye değen yöneticiler iş başına geldiğinde sorunlar çözülecek” sözü muhafazakarlar arasında yaygın bir söylemdi. O yöneticiler geldiler ve sorunları çok daha derin krizlere dönüştürdüler. Partilerden cemaatlere dindar yöneticiler neredeyse her sorunu daha karmaşık hale getirdiler.

Peki, Türkiye içine düştüğü krizlerden nasıl bir siyaset anlayışı ile çıkabilir? Bence ancak İslam’sız bir siyaset anlayışı ile çıkabilir. Bundan ne kastettiğimi üç maddede açıklayacağım.

Millet Tanımı Gerçekten Vatandaşlığa Dayanmalı

Tanzimat ve Islahat fermanlarından İmparatorluğun yıkılışına kadar Osmanlı reformcuları dine dayalı olmayan bir Osmanlı milleti kavramını geliştirmeye çalıştılar. Osmanlı devletinin kimlik siyasetinin Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük alternatiflerinden hangisine dayanacağı konusunda tartışmalar ve gelgitler yaşandı.

Cumhuriyet’in kuruluşuyla Türkçülük baskın hale geldi. Resmi olarak Türk milleti vatandaşlığa dayalı olarak tanımlansa bile  Kürt dili ve kültürü bu tanımdan dışlandı. Dahası tüm dışlayıcı laik söyleme rağmen Müslümanlık (Yunanistan’la nüfus mübadelesinde) ve hatta Sünni Müslümanlık (Diyanet’in kuruluşunda) Türk milleti tasavvurunda yer aldı.

Millet tanımının etnik Türkçülüğe dayanmasının Kürt ve diğer etnik gruplara ait vatandaşları dışladığı bilinen bir durum ve zaten bu yazının ana konusu değil. Ana konu, ulus tanımında Sünni Müslümanlığın -gayri resmi de olsa- merkezi konumu ve bunun hem Alevi hem de gayri-müslim vatandaşları dışlıyor olması.

Dini kimliklerin ötesinde, kapsayıcı ve vatandaşlığa dayalı bir ulus anlayışının gerçekten yerleşmesini  Türkiye’deki tarikat ve cemaatler reddedeceklerdir. Zira tüm bu oluşumlar, politize olmuşlardır ve siyasetlerinin temelinde Türk toplumunu ve devlet yapısını Sünni İslam’a göre şekillendirmek yatmaktadır.

Türkiye’deki tarikat ve cemaatler içinde siyasete mesafe koyduklarını en çok ısrarla iddia edenler Said Nursi ve onun yazdığı Risale-i Nur’ları takip edenlerdir. Ama Nursi bile “alnı secdeye değenlerin” işbaşında olduğu bir siyasi idare hedeflemiş ve hatta bu konuda Mustafa Kemal Atatürk ile tartışmıştır. Risale-i Nur’da Nursi’nin Atatürk’e “Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur (reddedilmiştir)” dediği aktarılmaktadır. Dahası Nursi İslam dininden çıkanların toplumsal hayata bir zehir hükmüne geçtiklerini iddia etmektedir.

Daha güncel ve genel bir örnek Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mezhepsel yapısı ve resmi konumudur. Diyanet Sünni İslam’in belirli bir yorumunun temsilciğini yapmasına ragmen tüm vatandaşlarının vergileriyle oluşan bütçeden pay almaktadır. Bu da Sünni İslam’ın millet ve devlet tanımındaki merkezi rolünü göstermektedir.

Dini fikir ve kurumların ötesinde günümüzde Türk siyasetine son derece milliyetçi, hatta şovenist bir söylem hakimdir. Bu şovenizm sadece Türk milliyetçiliği ile sınırlı olmayıp, Müslüman milliyetçiliği ile de beslenmektedir. Batılı ülkeler ile aramızda yüzyıllardır bulunan ve bir türlü kapatılamayan bilimsel ve ekonomik üretim uçurumu karşısında bir çok Türk, dindar olmasalar bile, Müslüman milliyetçiliği ve Batı düşmanlığına sarılmaktadırlar.

Kısacası, Türkiye’de dinsiz olan veya farklı dinlere mensup vatandaşları kucaklayacak, tüm vatandaşların birlikteliğine dayalı bir millet anlayışının yerleşmesine hem dini hem de milliyetçi gruplar itiraz edeceklerdir. Ama Türkiye’nin bu tarz bir yenilenme olmadan mevcut krizleri aşabilmesi mümkün görünmemektedir.

İslam’ın Tüm Sorunları Çözdüğü Düşüncesi Terk Edilmeli

İslami tarikat, cemaat ve partilerin din esaslı siyaset anlayışlarında kimliğin yanı sıra ideoloji ve teoloji de önemli rol oynamaktadır. 

İslamcı ideolojinin temel iddiası İslam dininin toplumun tüm sosyo-ekonomik ve politik sorunlarını çözecek reçeteler ürettiğidir. Bu iddia hem dünya çapında hem de Türkiye’de İslamcı siyasetin -en azından son on yıldır- yaşadığı fiyaskolar ile ciddi kredi kaybına uğramıştır.

Zaten İslam dininin de tüm sorunları çözme gibi bir iddiası yoktur. Kuran’ın ana mesajı Allah’ın birliği, ahiret inancı, peygamberlik, adalet ve ahlaktır. Kur’an yaş ve kuru her şeyin Allah’ın ilminde olduğunu vurgular ama namaz gibi ibadetlerin bile detaylarını açıklamaz. Ayetlerde ne devlet kelimesi ne de peygamber sonrasında Müslümanların nasıl bir lider seçecekleri konusu geçer.

İslam tarihinin ilk 400 yılında siyaseti İslam’a göre düzenleme konusunda sistemli olarak yazılan ve referans olarak gösterilen bir kitap yoktur. Sonrasında ise sadece iki kitap ortaya çıkmıştır. 

Bunlardan ilki Maverdi’nin 1050 yılı civarında Abbasi halifesinin isteği ve O’nun meşruluğunu ispatlamak için kaleme aldığı Saltanatın Hükümleri ve Dini Yönetim (Al-Ahkam al-Sultaniyya w’al-Wilayat al-Diniyya) adlı eserdir. Bu kitaba göre İslami yönetimin esası Arap ve özellikle de Kureyş kabilesinden olan bir erkeğin tüm Müslümanların halifesi seçilmesidir. Tüm siyasi ve hukuki otoriteyi elinde toplayan halife ölene veya dinden çıkana kadar iktidarda kalır. Halife sultan, vali ve kadılara otoritesini aktarabilir. O’na dayanmayan sultan, vali ve kadıların meşruiyeti yoktur.

Bu fikirleri günümüzde uygulamaya koymak tek adam yönetiminde bir diktatörlük kurmak anlamına gelecektir. Bu diktatörün Kureyşli bir Arap olması ve ölene kadar tüm İslam alemini yönetmesi gibi fikirlerin günümüzün siyasi problemlerine çözümler üretmesi mümkün değildir.

İkinci kitap 1310 civarında İbn-i Teymiyye’nin kaleme aldığı aldığı Şeriata Dayalı Siyaset ile Yönetici ve Sürüsünü Islah (Al-Siyasah al-Shar‘iyah fi Islah al-Ra‘i wa al-Ra‘iyah) adlı eseridir. İbn-i Teymiyye kitabında ulema–devlet ittifakının önemini vurgular. Maverdi’nin tek adam yönetimindeki hilafet anlayışı yerine, İbn-i Teymiyye ulema ile devlet yöneticilerinin siyasi gücü paylaştıkları bir sistemi savunur. Kuran’da otoriteye dair bulunabilen tek ifade olan “uli’l-amr” (4:59) ifadesinin bu iki zümreye işaret ettiğini öne sürer. 

İbn-i Teymiyye’nin İslam yorumu da günümüz siyasi sorunları karşısında bir anlam ifade etmemektedir. İslam, Otoriterlik ve Geri Kalmışlık isimli yeni kitabımda detaylı açıkladığım gibi ulema-devlet ittifakı Müslüman-çoğunluklu ülkelerdeki sorunların çözümü değil, aksine en önemli sebebidir.

Aslında İbn-i Teymiyye’nin Kur’an’dan referans gösterebildiği tek ifade de yoruma açıktır. “Uli’l-amr” (otorite sahipleri) ifadesinde ulema veya devlet yöneticilerine açık bir atıf yoktur. Değişik müfessirler bu ifadeyi farklı şekillerde yorumlamışlardır.

Kısaca özetlediğimiz sorunlara rağmen İslam’ın hayatın neredeyse tüm sorunlarına çözümler ürettiği düşüncesi Türkiye’deki muhafazakarlar arasında çok yaygındır. Bu sadece İslamcı bir ideoloji olmanın ötesinde neredeyse yerleşik teoloji haline gelmiştir. Tarikat ve cemaat liderlerinden sıradan cami imamlarına kadar, dini vaaz veren neredeyse herkes İslam’ın “tuvalete gitmekten devlet yönetmeye kadar” her konuda hükümleri bulunduğunu anlatmaktadır.

İslam’ın tüm sorunları çözdüğü düşüncesinin yaygınlaşması hem dinin siyaset tarafından araçsallaştırılmasını ve hem de din adamlarının siyasi hırslarla dolmasını netice vermektedir. Dinin siyasete alet edilmesinin önlenmesi ve din adamlarının siyasi hırslarının dizginlenmesi için bu düşüncenin terk edilmesi gereklidir.

Mehdi Beklentisi Sona Ermeli

Demokratik siyaset liderin yetkilerinin kurumlar ve kurallar ile sınırlandırıldığı, toplumun aktif bir şekilde karar vermeye katıldığı ve liderin hem kurumlar hem de toplum tarafından hesaba çekildiği bir süreçtir. Bu süreçte başarı kriterleri hayatın gerçeklerinin rasyonel bir şekilde ele alınması ile belirlenir.

Türkiye’de seküler ve dini kesimlerde görülen mehdi beklentisi demokratik siyasetin yerleşmemiş olmasının hem bir sebebi hem de bir sonucu olarak görülebilir.

Seküler kesimde Atatürk’ü insanüstü bir varlık, Kemalizmi de tüm sorunların çözümü olarak görenler bulunmaktadır. Dini kesimde de neredeyse her tarikat ve cemaat kendi liderine bir çeşit mehdiyet atfetmektedir.

Mehdi beklentisine demokratik bir anlayışta yer olmadığı gibi, aslında bu beklenti İslam dininin temel metni olan Kur’an’da da yer almamaktadır. Mehdi ve Kahtani gibi beklenen, Deccal ve Süfyan gibi kendilerinden korkulan şahıslara dair inanışlar ya uydurma hadislere ya da hadislerin abartılı ve yanlış yorumlarına dayanmaktadır. 

Örneğin, Wilferd Madelung ve Michael Morony gibi tarihçilere göre Süfyan kavramının tarihi kökeni şudur: Emevi Hanedanı kronolojik olarak iki kısma ayrılır. İlk kısma Süfyani, ikinci kısma Marvani denir. Zira ilk iki sultan, Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye ile torunu Yezid iken, sonrasında Mervan, oğulları ve torunları saltanatı ele geçirmişlerdir. Süfyani rejime düşman olanlar tarafından Süfyan ismi dinen savaşılması gereken zalim bir hükümdarı ifade etmek için kullanılmış ve bu konuda hadisler uydurulmuştur (Ebu Süfyan ve Muaviye’nin isimlerinin başına mutlaka “Hazret” eklenmesi konusunda ısrar eden bir kısım muhafazakar Sünniler, beğenmedikleri otoriter liderlere Süfyan demelerindeki çelişkiden habersiz görünmektedirler.)

Yirminci yüzyılda Mehdi ve Süfyan gibi kavramları en çok kullananlardan biri Nursi’dir. Atatürk’ün bazı muhafazakarlar tarafından Süfyan olarak görülmesinde Nursi’nin 5. Şua adlı risalesinin sorumluluğu büyüktür. Dahası Nursi ebced hesabı denilen harf numaralandırma yöntemi ile geleceğe dair tahminlerde bulunmuştur. Verdiği tarihlerin yanı sıra, Avrupa’da bir İslam devletinin kurulacağı, Rusların Müslüman olacağı, Mısır ve Pakistan’ın gelişeceği gibi bir çok öngörüsü yanlış çıkmıştır.

Din adamlarının hadisler ve ebced hesabı ile sosyal ve siyasi konularda geleceğe dair yaptıkları tahminlerin bir faydası yoktur. Dahası Mehdi ve Kahtani gibi kavramlar dini adamlarının otorite kurma çabalarına, Deccal ve Süfyan gibi kavramlar da belirli siyasi liderlerin düşmanlaştırılmasına alet edilmektedir. 

Türkiye’deki bireyler seküler veya dini Mehdi’lerden umudu kesmeli, kendi ellerinin ürünü olacak demokratik bir siyaset ile ülkenin sorunlarını çözmeye odaklanmalıdırlar.

Sonuç

Türkiye çok yönlü krizler yaşamaktadır. Bu krizlerin çözümü için yeni ve “İslamsız” bir siyaset anlayışı gerekmektedir. Türkiye adına yapılacak olan siyaset tüm toplumu -din ayrımı gözetmeden- kucaklamalıdır. Sünni Müslüman olmayanların kendilerini birinci sınıf hissedemedikleri bir ortamda demokratik siyaset inşa edilemez.

İslam’ı tüm sosyo-ekonomik ve siyasi sorunların çözümü olarak gösteren yaklaşım, İslamcı ideolojinin ötesinde, neredeyse egemen din anlayışı haline gelmiştir. Bu da İslam’ı politize etmektedir. Bu anlayışın terk edilmesi ile Türkiye’de din ve siyasetin kendilerine ait, otonom alanlarına çekilmeleri mümkün olacaktır.

Tek adam yönetiminin ürettiği sorunları başka bir tek adam ile çözmek olanaksızdır. Bu nedenle seküler ve dini Mehdi beklentilerine son verilmelidir. Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu siyaset kehanet ve kerametlere değil, veriler ve rasyonaliteye dayalı bir siyasettir.

Yazdır