Hem Türkiye’de hem de diğer Müslüman-çoğunluklu ülkelerde son dönemde yaşanan gelişmelere baktığımızda ortaya çıkan sonuçlardan birisi kanaatimce şudur: Eğer sorunlarımızın çözümü için özgür düşüncenin, sivil toplumun ve demokrasinin güçlenmesi gerekiyorsa, bunu başarma şansımız cemaat olarak adlandırılan yapılar ile artık mümkün görünmüyor. Toplumlarımızın sosyal ve kültürel başarısı için –dini olsun seküler olsun– cemaatçilik fikrini sorgulamamız, gerekiyorsa terketmemiz ve sonra da kollektif aksiyon için yeni organize tarzları bulmamız gerekiyor. Bu yazıda dini ya da seküler cemaatçilik fikrinin neden aşılması çok zor olan problemler ürettiğini inceleyeceğim. Ayrıca cemaatçiliğe alternatif organizasyon imkanlarına İslam medeniyetinin ilk yüzyıllarından hareketle bazı ipuçları bulmaya çalışacağım.

Cemaatçilik Fikri

Dikkat edilmelidir ki, şu ya da bu cemaatten değil, bizzat cemaatçilik fikrinin kendisinden bahsetmek istiyorum. Cemaatler birbirlerinden farklı yönleri olan ve fakat bununla beraber, onları birlikte ele almamıza izin veren benzerliklere de sahip olgulardır. Bu benzerliklerin en önemlileri arasında hemen her cemaatin karizmatik bir lider etrafında oluşmuş olmasını, mensuplarına paylaştıkları bir kimlik duygusu ve vizyon vermesini, mensupları arasında özel bir ilişkiler ağı kurmasını ve güven duygusu inşa etmesini sayabiliriz. Buna göre dini cemaatlerin yanında Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi, Kemalistler ve Kürt hareketi de birer cemaat görüntüsü sergilemektedirler.

Ancak bu haliyle cemaatçilik bazı cemaat mensuplarına faydalı olsa da, daha geniş toplum çapında problemler üreten bir olguya dönüşebiliyor. Cemaatlerin hepsinin kendilerine göre bir iç mantığı ve rasyonalitesi var. Ama bu yapıları toplum içinde bir araya getirdiğinizde, ortaya çıkan sonuç genelde kutuplaştırıcı bir irrasyonalite oluyor. Liderinin ve cemaatinin motivasyonuyla kendi hedefine kilitlenmiş ve koşan değişik cemaatlere mensup çok sayıda insan bir subjektivite krizi yaşıyor, birbirini anlayamıyor ve en sonunda birbirlerine karşı değişik derecelerde şiddete başvuruyorlar.

Bu kısır döngüden cemaatleri kısa vadede ıslah ederek çıkmamız mümkün görünmüyor. Çünkü cemaatçilik kolay kolay ıslah edilemeyecek bir olgudur. Mesela hiç bir cemaat, hiyerarşik otorite meselesinden taviz veremez. Bunu yaptığı anda çözüleceğini ve artık bir cemaat olarak kalamayacağını bilir. Böyle bir taviz nasıl askerlik müessesesinin iç mantığına aykırıdır, benzer bir şekilde cemaatçiliğin iç mantığına da aykırıdır.

Yine bir cemaat diğer cemaatlerle arasında hiyerarşi kurmadan yapamaz. Bir cemaat mensubu kendi cemaatinin diğerlerinden bir şekilde daha iyi olduğuna inanmalıdır. Bu motivasyon olmadan cemaat de olmaz. Hemen her cemaat kendi yaptıklarının toplum için en  iyi ve doğru olduğuna inanır. Bu ise diğer grupları daha aşağıda konumlandırdığı için kutuplaştırıcı bir dinamik oluşturur.

Benzer bir şekilde cemaatler kendi içlerinde entelektüel özgürlük sağlayamazlar. Teorik olarak başarılı bir cemaat kapalı bir çember şeklinde örgütlendiği için, o çemberin içinde farklı bir arayış, hatta anlam üretmek imkanı yoktur. Böyle çabalar istisnasız biçimde çemberin dışına atılır, ya da bir şekilde etkisizleştirilir. Bir cemaat bu tür tavizlerin kendi çözülmesini tetikleyeceğini bilir ve doğal bir refleksle öteler. Böylece ilginç bir şekilde, bir cemaati başarılı kılan uyum vurgusu, toplum çapında entelektüel bir durağanlığa sebep olur.

Bu açıdan cemaatlerden oluşan bir toplumun problemlerini çözmesi çok zor görünüyor. Bir toplumda cemaatlerin sayısı ne kadar sınırlı ise ve var olan cemaatlerin taraftarları da ne kadar az ise, o toplumun problem çözme kabiliyeti de o derece artıyor. O halde, şu ya da bu cemaati değil cemaatçilik fikrinin kendisini sorgulamak gerekiyor.

Bu bağlamda, cemaatlerin -cemaat olarak kaldıkları sürece- aşamayacakları bazı önemli problemlere daha somut örnekler de verebiliriz.

Cemaatler Demokrasi Mücadelesine Katkı Sağlayabilir mi?

Cemaatler kendi içlerinde demokratikleşemezler. Çünkü dini veya seküler cemaatler karizmatik bir şahsiyetin etrafında cem olmayı ve toplanmayı ima etmektedirler. Cemaatler istisnasız olarak lider merkezlidirler. Bunu Türkiye özelinde anlamak için mesela Atatürk, Erdoğan, Öcalan, Nursi, Gülen ve değişik dini grup liderleri ile onlar etrafında örgülenmiş insanların ilişkisine bakabilirsiniz. Metod ve hedeflerindeki farklılıklarla beraber, liderler bütün bu gruplarda neredeyse masum ve kutsal bir konuma yerleştirilir. Bunu dini ya da seküler terminolojiler (Ulu, Önder, Reis, Mehdi, Asrın Sahibi, Kutub, İmam, vs.) ile ifade etmeleri çok bir şey değiştirmez. Tarikat yapılanmalarından, laik cemaatlere bunun bilinen bir istisnası yoktur; çünkü, liderin “kutsallığını” sarstığınızda cemaat de yok olur.

Buna bağlı olarak cemaat yapıları içinde istisnasız olarak otorite merkezden çevreye doğru akar. Hiyerarşik otorite cemaatlerin olmazsa olmazıdır. Bu hiyerarşik otorite hemen her cemaatte “itaat,” “uyum,” “biat,” “dava” vurgusuyla tahkim edilir. Entelektüel aykırılıklar insanı “cemaat mürtedi,” “hain,” vs. yapar. Cemaatler bunu tolere etmez, edemez, çünkü, şunu çok iyi bilirler ki, böyle bir müsamaha onların sonunu getirir.

Dolayısıyla demokrasinin kök fikri ile cemaatçiliğin kök fikri arasında kaçınılmaz bir gerilim vardır. İşte tam da bu nedenle cemaatler –başka bir şeye dönüşmeden– kendi iç işleyişlerinde demokratik olamazlar.

Peki cemaatler kendi içlerinde demokratikleşemedikleri halde toplum çapındaki demokratikleşme mücadelesine katkı sağlayabilirler mi? Bu da çok zor görünüyor. Cemaatlerin sosyal tartışmalara katılmaları mümkün olsa bile, buradan hareketle toplumsal demokratik gelişmeye önemli katkılar sağlayabileceklerini iddia etmek pek mümkün değildir. Bu cemaatlerin lider ve grup merkezli psikolojileri sebebiyledir. Bunun için Türkiye’de, dini yahut seküler,  her cemaat kendi grubunun ve liderinin fikirlerinin herkes için en iyisi olduğuna inanır. Böyle bir zihin durumunun modern devlete karşı ilgisiz kalması düşünülemez. Bu güçlü aygıtı bir gün ele geçirip herkesi jakoben bir tavırla kendi “bahar”ına davet etmek ister. Bu da cemaatlerin demokrasi mücadelesinin bir parçası olmalarını zorlaştırır.

Cemaatçilik görebildiğim kadarıyla kaçınılmaz olarak gettocu bir ruh hali üretiyor. Bu da toplumu devlet karşısında bölüp zayıflattığı için, otoriterliği besleyen en önemli sebeplerden biri haline geliyor. Bu yüzden cemaatlerin uzun vadede demokrasinin ve özgür düşüncenin gelişmesine katkı yapmaları çok da mümkün görünmüyor.

Cemaatler Sivil Toplumun Güçlenmesine Katkı Sağlayabilir mi?

Bu da çok zordur. Robert Putnam’ın ifadesiyle sivil toplumun başarısını getiren şey değişik grupların birbiriyle kurdukları yatay ilişkiler. Bu ilişki ağı Putnam’ın “sosyal kapital” dediği şeyi inşa ediyor. Sivil toplumun gücünün sırrı sosyal kapitalin artmasında. Yani değişik sosyal gruplar birbirleriyle ne kadar çok yatay ilişki kurarsa sivil toplum da o kadar güçleniyor.

Eğer Putnam haklıysa ortada şöyle bir problem var. Cemaatler lider ve grup vurgusu sebebiyle kendi düşünsel gettoları içinde kalırlar. Bu da cemaatlerin birbirleriyle “yatay ilişkiler” geliştirmelerini engeller. Büyük ihtimalle bu güne kadar hiç birimiz, mesela bir grup Süleymancı ve Nurcu’nun birlikte devamı olan bir şey organize ettiklerini görmedik. Büyük ihtimalle de göremeyeceğiz. Cemaat epistemolojisi ve psikolojisi diyebileceğimiz şey buna izin vermez.

Aynı şekilde cemaatler genel olarak inhisarcı bir tavırla mensuplarının aynı anda bir kaç toplumsal gruba ait olmalarını istemezler. Buna izin vermenin kendi yapılarını çözeceğini ve zayıflatacağını bilirler. Bu da diğer gruplarla yatay ilişki kurmalarını fevkalade zorlaştırır. Tam da bu yatay ilişki kuramama probleminden dolayı cemaatlerin sosyal kapitali ve sivil toplumun gücünü artırabileceklerine inanmak zordur.

Alternatif Organizasyon Şekilleri

Yukarda değindiğimiz sorunlar belki de cemaat diyebileceğimiz organizasyon tiplerinin imkanlarını tükettiğimizi ve sonuna geldiğimizi gösteriyor. Cemaatler modern toplumların sorunlarına çare üretemiyorlar. Aksine, demokratik, sivil, ve özgür düşünceye dayalı toplumlar inşa etmemize engel olan tepkiler üretiyorlar.

Peki cemaatçiliğin alternatifi ne? İnsanların bir gruba ait olma ihtiyaçları ve hakları da göz önüne alındığında cemaat fikrinin ötesine gidip yeni “kollektif aksiyon” şekilleri teklif etmemiz gerekiyor. Kanaatimce bu o kadar da zor bir şey değil. Farklı organizasyon türlerinin mümkün olduğuna ve hatta uzun vadede de çok daha başarılı olduklarına dair hem İslam geleneğinden, hem modern dönemden; hem Doğu’dan, hem Batı’dan örnekler bulmak mümkün.

Bir fikir vermesi açısından erken dönem Müslüman dini hareketlerin bazı özelliklerine işaret etmek istiyorum. Bu makalenin hacmi içinde ayrıntılı bir analiz yapmak zor. Ama yine de İmam Eşari’nin (874-936) Makalat, İbn Hazm’ın (994-1064) El-Fasl ya da Şehristani’nin (1086-1153) El-Milel gibi kitaplarına, ilk dönemlerde yazılan başka eserlere ve o döneme dair yapılan çalışmalara bakarak kabaca bir resim çıkarmak mümkün. Ana hatları itibariyle erken dönem dini hareketleri belirleyen ilkeler bugünkülerden farklı olarak şu özellikleri taşıyor.

1- Fikir merkezlilik: Cemaatten ziyade “düşünce okuluna” benziyorlar. Bu hususta Murcie, Mutezile, Eşarilik, Maturidilik gibi onlarca kelami ayrışma ve grup  akla gelebilir. Fıkhi ekollerde de benzer bir durum söz konusudur. Bu okullar genellikle kader, irade, sıfat, kıyas, atomcu anlayış, kozalite gibi fikri meseleler üzerinde farklı düşündükleri için ayrışmalar yaşamışlardır. İslam tarihinin ilk asırlarında, kapalı cemaat grupları yerine, birbiriyle iletişim ve rekabet halinde çok sayıda düşünce okulu ortaya çıkmıştır.

2- Grupların küçüklüğü: İslam tarihinin ilk dönemlerinde ortaya çıkan bu ekollerin önemli bir bölümü, günümüz cemaat yapılanmalarına oranla, sayıca daha küçük sayılabilecek gruplar oluşturmuşlardır. Bu gruplar Basra, Bağdad, Kufe gibi bazı büyük kozmopolit şehirlerde ortaya çıkmışlardır. Fikir merkezli yapılanmalar oldukları için çok büyümemişlerdir. Fikri ayrılıklar sık sık bölünmelerine ve küçük gruplar halinde kalmalarına sebep olmuştur. Bu da verimli bir dinamizm oluşturmuştur.

3-Eleştirellik: Bu gruplarda eleştirilemez şahsiyetlerden bahsetmek zordur. Bu hususta rahat oldukları söylenebilir. Ebu Hanife’nin (699-767) talebeleriyle olan ilişkisi buna güzel bir örnektir. Eşari okulu içinde de Bakıllani’den (940-1013) ve Jüveyni’ye (1028-1085) ayrışmalar da öyle görülebilir. Bağdad ve Basra Mutezilesi arasındaki derin farklılıklar da bu şekilde ele alınabilir. Hatta Cüneyd el-Bağdadi (835-910) gibi maneviyat öncülerinin meclislerindeki tartışma üslubu da buna işaret olarak okunabilir. Birbirlerine hitaplarında da, isimlerinin önüne ya da arkasına “imam”, “kutub,” “asrın sahibi,” “asrın müceddidi” gibi kutsayıcı ve karşıdaki şahsı dokunulmaz kılıcı ifadeler eklediklerini görmüyoruz.

4- Geçişkenlik: İslam tarihinin ilk döneminde ortaya çıkan bu gruplar, henüz Sünni veya Şii “ortodoksi”nin net olarak oluşmamış durumda bulunmasının da etkisi ile daha geçişken yapılar ortaya koymuşlardır. Bu dönemde gelenek henüz katılaşmamış bir görüntü arz etmektedir. Pek çok teolojik, fıkhi, ve felsefi tartışma dinamik bir şekilde devam etmektedir. Dolayısıyla tartışmalar daha rahat cereyan etmektedir. Sınırlar net olmadığı için gruplar arasında geçişlerin mümkün olduğu melez fikri örgüler ortaya çıkmıştır.

5- Sivillik: Bu dönemde ortaya çıkan İslam düşünce ekolleri –istisnaları olsa da– devlet ile aralarındaki mesafeyi korumayı da başarmış görünüyorlar. Devlet içinde kadrolaşalım ya da devleti adam edelim gibi bir projeleri görünmüyor. Öte yandan, büsbütün apolitik de değiller. İktidara karşı direnme ve muhalefet etme geleneğinin en azından dini elit nezdinde güçlü olduğunu görüyoruz. Ez-Zuhri (671-741) ve İmam Malik (711-795) gibi isimler politik ve fikri muhalefetin meşruiyetine dair fetvalar vermişlerdir. Ebu Hanife ve Ahmed bin Hanbel (780-855) gibi isimler de iktidara karşı değişik muhalefet hareketlerinin içinde yer almışlardır. Barışçıl bir muhalefet geleneğinin tohumlarını attıkları söylenebilir. Bu yorumların üretilmesinde “Kerbela” ve “mihnet dönemi” gibi travmatik hadiselerin hızlandırıcı bir etkisi olmuşa benziyor. Yetkileri sınırsız ve denetlenemez bir liderin yaptıklarını ve yapabileceklerini gördükten sonra, siyasetin mahiyetine ve sınırlarına dair ciddi sorgulamalar yapmış görünüyorlar.

6- Eğitim: Bahsettiğimiz dönemlerde siyasi otorite yer yer bazı dini doktrinleri kendi amaçları için kullansa da, bugün anladığımız manada politik doktrinleri sistemli bir şekilde medreselerde empoze etme söz konusu olmamıştır. Din eğitimi daha sivil bir uğraş görünümündedir. Mescidlerdeki halkalarda, ya da daha bireysel ilişkiler içinde aktarılıyor dini bilgi. Bu süreç genelde devlet tarafından finanse de edilmiyor. Devletin hem doktrin açısından müdahalesi hem de finans açısından artan desteği 11. yüzyıl ve daha  sonraki dönemde, özellikle Nizamiye medreselerinin kurulması ile başlıyor.

7- Finansal Bağımsızlık: İslam tarihinin ilk yüzyıllarında, genellikle, din adına konuşan insanlar geçimlerini başka bir meslek yaparak kazanıyorlar; ya da çok zahidane bir hayat yaşıyorlar. Cemaatten maaş, ya da burs almak gibi teamüller yok. Devletin bir cemaate rant dağıtması da söz konusu değil. Din bir geçim vasıtasına dönüşmemiş durumda. En azından çoğunluk için.

Kısacası, eğer bu gözlemlerimiz doğruysa İslam dünyasının en üretken ve verimli çağlarında dini hareketleri belirleyen ilkeler ve organize şekilleri bugün alışkın olduğumuz cemaat anlayışı ve yapılarından  oldukça farklı.

Sonuç

Son yüzyıllarda İslam dünyasında yaşanan şoklarla kurgulanan cemaat yapıları geçici bir dönem için faydalar sağlamış olabilir. Ancak bu yapıların kalıcı bir norm haline gelmesi ile bu yazıda anlatılan bazı sorunlar ortaya çıkmıştır. Eğer cemaat yapıları modern toplumlar içinde sorun çözemiyorsa; özgür, sivil ve demokratik zihinlerin ortaya çıkmasına engel oluyorsa ve eğer başka organize şekilleri mümkünse; cemaatçilik fikrini samimiyetle sorgulamalı ve gerekiyorsa farklı alternatiflere yönelmeliyiz.

İslam tarihinin ilk dönemlerindeki dini grupların fikir eksenli, geçişken, hiyerarşik olmayan, eleştirel, dinamik, sivil, sayısal olarak küçük, finansal olarak bağımsız, “düşünce okulu” görünümlü organize şekilleri bu hususta ilham verici olabilir. Bu tecrübe aynı zamanda bize Müslümanların dinlerini yaşamak ve aktarmak için cemaatler halinde organize olmak zorunda olmadıklarını hatırlatıyor. Aksine en başarılı oldukları dönemlerde Müslümanlar farklı organizasyon ilkelerini ve şekillerini tercih etmiş görünüyorlar.

Bu ve benzeri, tarihi ya da modern örneklerden hareketle, kolektif aksiyon adına, daha çok fikir ve prensip eksenli, sınırları daha geçişken, daha birey merkezli, daha gevşek dokulu, daha açık hareketler üzerinde düşünmeliyiz. Bu konuya devam edeceğiz.

Yazdır