Yirminci yüzyıl İslam düşüncesinin etkili isimlerinden Said Nursi üzerine ilk yazımıza çok sayıda okur (ve yazar) yorumu aldık; hepsini dikkatle değerlendirdik. İkinci yazıya gelebilecek tepkilerin daha da verimli olabilmesi adına üç noktayı vurgulamak istiyoruz.

Birincisi, Said Nursi salt olarak bir düşünür değil, aynı zamanda Nurculuk olarak adlandırılan bir hareketin fikri ve sembolik lideridir. Lideri koruma içgüdüsü, derinlemesine bir entelektüel tartışmayı zorlaştırmaktadır. Elbette bugünkü Nurcuların Risale-i Nur ile ilgili yorumları önemlidir; ancak unutulmamalıdır ki Nursi, Nurculuk olarak tanımlanan sosyal olgunun dışında, entelektüel tarihin bir öznesi ve nesnesidir.

İkincisi, bugün İslam dünyasında neredeyse her dini hareket bir tür “seçilmişlik miti” üzerine kuruludur. Kıtalar Arası’nda yayımlanan bir yazıda ifade edildiği gibi, bu açıdan Sünni Müslümanlar bile bir tür “Şiileşme” özelliği göstermektedir. Buna göre neredeyse bütün Sünni hareketler, tıpkı Şiilikte Allah’ın insanlara “İmam” gönderdiği gibi, her yüzyılda, hatta daha sıklıkla, bir manevi lider yollandığına inanmaktadırlar. Yazımıza tepki verenlerin bir kısmının Nursi’yi Allah tarafından seçilmiş, “bu asrın vazifelisi” ve hatta Mehdi olarak gördükleri anlaşılmaktadır. Tabii ki insanlar istedikleri gibi inanabilirler; ancak bu şekilde seçilmiş olarak tanımlanması Nursi’nin fikirlerini tartışmayı zorlaştıran diğer bir noktadır.

Üçüncü ve son olarak, Nursi, başka Müslüman düşünürlerde de görüldüğü üzere, muğlak bir dil kullanmaktadır. Bu yüzden yazımıza gelen tepkilerin önemli bir kısmı Nursi’yi bir yandan dünyaya ehemmiyet vermeyen bir münzevi, öte yandan dünyevi sorunlara orijinal reçeteler sunan bir düşünür olarak tanımlamakta; her iki konuda da Risaleler’den örnekler vermekte ve bunu yaparken de ortada çelişkili bir durum olduğunu fark edememektedir. Bu da tartışmanın verimini düşürmektedir.

Metot konusundaki açıklamalardan sonra bu yazıda Nursi’yi, İslam düşüncesinin yenilenmesi bağlamında son derece önemli bir konu olan akılcı yenilik ve nakilci gelenek tartışması bağlamında ele alacağız.

Kaçırılmış Bir Fırsat

Bu yazının ana tezini en başta yazmak gerekirse: Nursi’nin akıl veya daha geniş ifade ile rasyonalite konusundaki fikirlerini yirminci yüzyıl İslam düşüncesi içerisinde önemli bir katkı ve fakat “kaçırılmış bir fırsat” olarak görüyoruz. Fırsatın nasıl kaçırıldığını açıklarken hem Nursi’yi hem takipçilerini eleştiriyoruz.

Eleştirinin birinci kısmı şudur: İslami muhafazakar kitle üzerinde sözüne kulak verilen bir dini lider olarak Nursi, eğer akıl konusunda İslami geleneğe derinden bir tenkit yöneltseydi, bu konuda yüzyıllardır gecikmiş olan bir dönüşümü tetikleyebilirdi. Ama ne yazık ki, Nursi geleneğe yönelik eleştirilerinde çekingen davranmış ve akıl noktasında gelenekçi bakışın sorunlu fikirlerinden bir çoğunu yeniden üretmiştir.

Eleştirimizin ikinci kısmı Nursi’nin takipçilerine: Nursi’nin bıraktığı entelektüel miras rasyonel yöne doğru geliştirilmemiş, aksine Nursi sonrası dönemde Nurculuk düşüncesi daha geleneksel bir çizgiye taşınmıştır. Elbette bazı istisnaları olmakla birlikte, bugün genel olarak Nurculuk entelektüel çizgisi klasik gelenekçi bakışı yeniden üretir haldedir.

Hem Nursi hem de takipçileri konusundaki eleştirilerimizi Risaleler’den örneklerle açıklayacağız. Bu örnek metinlerde rasyonalite konusunda yenilikçi ifadeler bulunmakta; ama bu ifadelerin hemen ardından gelenekçi ifadeler ile geri adım atılmaktadır.

 Bir Adım İleri, Bir Adım Geri

Yenilikçi girişim ve gelenekçi refleks ikilemini Risaleler‘in bir çok noktasında görmek mümkündür. Mesela Nursi, Gazali’nin Farabi ve Ibn Sina’ya kafir demesini yanlış gördüğünü ima eder; ama yine de bu iki büyük filozofun “adi bir mümin derecesini ancak kazanabil[dikleri]” şeklinde bir iddiada bulunur. Benzer şekilde Sünni-Şii kavgasında, ilk dört halifenin konumu mevzusunun iman ile ilgili olmadığını söyleyerek klasik Sünni düşünceden farklı, daha yenilikçi bir tavır alır. Ama ardından Sünni görüşü savunarak hilafet sıralamasının aynı zamanda manevi sıralama da olduğunu, ilk üç halifenin manen de Halife Ali’den üstün olduklarını savunur. Böylece hem Sünni görüşü yinelemiş, hem de özünde seküler olan siyasi liderlik konusunu son derece mistik bir  şekilde tanımlamış olur.

Bu ikili tutumu, aklın İslami bilgideki yeri konusunda da kendini gösterir. Örneğin, akıl ve nakil ilişkisine dair kritik bir bölümde Nursi “Akıl ve nakil [Kuran ve hadis] tearuz ettikleri [çatıştıkları] vakitte, akıl asıl itibar [esas] [alınır] ve nakil tevil olunur [yorumlanır]” diyerek son derece mühim bir açılım sağlar; ama hemen ardından, “Fakat o akıl, akıl olsa gerektir” diyerek gelenekçi çizgiye yeniden kapı açar. Zira gelenekçiler ‘’akıl, akıl olsa gerektir’’ kısmını vurgulayarak nakli yorumlamanın sadece çok nadir, mesela 100,000 hadis ezbere bilen, ‘’akıllar’’ tarafından yapılacağını iddia etmekte ve pratikte aklı yine devre dışı bırakmaktadırlar.

Bir yandan Nursi, “tahkiki iman”ın önemini vurgulayarak taklitçi ve teslimiyetçi bir din anlayışına karşı çıkar. Dahası muhatap olduğu köylü ve kasabalılardan oluşan sıradan insanlara dahi Risaleler’i bir sene okuyarak “bu zamanın mühim, hakikatli bir alimi” olabileceklerini söylemiştir. Bu ifade değişik şekillerde yorumlanabilir; bir yorumu alim olmayı kendi tekellerinde bir makama dönüştürmüş olan medrese ulemasının otoritesine meydan okumaktadır. Günümüzde din üzerine tartışmaları sadece ilahiyatçıların yapabileceğini iddia edenleri gördükçe, Nursi’nin bu açılımının önemini teslim etmek gerekiyor.

Fakat öte yandan, Nursi gelenekçiliğin güç kazanmasına yol açacak yorumlara da itibar etmektedir. Risaleler’in akıl konusunda en irrasyonel taraflarından biri gaybi konulardaki yaklaşımlarıdır. Bunları da istikbalden haberler ve tasavvufi yaklaşımlar şeklinde ikiye ayırmak mümkündür. İnsanların türlü yollarla gelecekte olacak şeyleri bildiklerini kabul etmek, üstelik bunu hayli popüler kitaplarda pek çok örnekleri ile ortaya koymaya çalışmak, toplum düzeyinde çok ciddi sorunlar üretmiştir. Kısacası Nursi’nin istikbale dair verdiği haberler başlı başına bir sorundur.

Aynı biçimde, tasavvufi konularda da, Nursi akli düşünce ile telif edilmesi pek mümkün olmayan şeyleri normalmiş gibi sunabilmektedir. Mesela Risaleler’de anlatılan bir hikayeye göre Mevlana Halid-i Bağdadi (1779-1827) Hindistan’dan Nakşibendiliği Bağdat’a getirdiğinde şehirde bir etkisi olmaz. Zira Bağdad Abdülkadir Geylani’nin (1078-1166) tasarrufu altındadır. Bunun üzerine Bahiüddin Nakşibendi (1318-1389) ve İmam Rabbani (1564-1624)’nin ruhaniyetleri Bağdad’a gelerek Geylani’yi ziyaret etmiş ve kendisinden Mevlana Halid’i kabullenmesini rica etmişler. Geylani onların isteğini kabul etmiş. Bunun üzerine Mevlana Halid’in tarikatı parlamış ve takipçileri artmış.

Bu hikayenin mantık dışılığı bir tarafa, Bağdat’ta yaşayan insanları ölümünden yedi asır sonra Geylani’nin manen kontrol ettiği düşüncesi, insan iradesi ve bir parça da izzetine aykırı bir anlayış olsa gerektir. Bu tür hikayelerin tasavvuf söyleminde yaygın olduğu söylenebilir. Ancak temel çıkış noktalarından birisini tarikat geleneğinin açmazları ve içinde olduğu kriz olarak tanımlayan, ‘’zaman tarikat zamanı değildir’’ diyen Nursi’nin bu tür anlatıları kitaplarına dahil etmemesi beklenirdi. Manevi alemde bazı ruhanilerin şu an yaşayan insanların davranışlarına yön verdiklerini kabul ettikten sonra, İslam dünyasında akli bir açılım sağlamak ve zaten yüzyıllardır aklı boğan bazı akımlarla mücadele etmek nasıl mümkün olacaktır?

Nursi’nin temel iddialarından birisi iman ile ilgili konuları aklen ispatlamak veya kendi ifadesiyle en azından “akla kapı açmak”tır. Gerçekten, Nursi pek çok eserinde bu çabanın önemli örneklerini ortaya koymuştur. Mesela, yağmur duasının yağmur yağdırmak yerine kuraklık vaktinin ibadeti olduğu şeklinde anlaşılmasına dair yorumu esasen Müslümanlar arasında yerleşik anlayışı sarsan etkili çıkışlarındandır. Bu örnekten yola çıkarak, Nursi’nin dua bağlamında Tanrı, doğa olayları ve sebep-sonuç ilişkilerine dair yenilikçi bir yaklaşım ortaya koyduğu söylenebilir. Fakat Nursi bu tür yenilikçi örnekleri bir sisteme oturtma konusunda istekli görünmemiş, hatta takipçilerine de geleneği sistematik ve temelden eleştirmemelerini, tersine geleneğe sahip çıkmalarını salık vermiştir. İçtihat konusunda yazdıkları bu bağlamda çok önemlidir.

İçtihat Kapısı: Kapalı mı, Açık mı?

Nursi’nin yenilik ve gelenek ikilemi çok kritik bir konu olan “içtihat kapısının kapanması” konusundaki “İçtihat Risalesi”nde de gözlemlenmektedir. Bu Risaleye “İçtihat kapısı açıktır” diye başlamasına rağmen, “Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mani vardır” diyerek devam eder ve uzun uzun neden içtihat yapılmaması gerektiğini anlatır.

Dahası ‘’İçtihat Risalesi,’’ ‘’Selef-i Salihin’’ (Müslümanların ilk ve faziletli nesilleri) döneminde  ‘’zihinler, kalpler, ruhların’’ Allah’ın rızasının ne olduğunu anlamaya odaklandığını ve bu sayede Süfyan ibni Uyeyne gibi birisinin on yıl eğitimle içtihat edecek hale gelebildiğini iddia eder. Günümüzde ise Müslümanların ‘’zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş’’ oldukları için içtihat yapamayacaklarını, Süfyan’ın on yılda ulaştığı dereceye 100 yılda ancak ulaşabileceklerini savunur.

Bu ifadelerde birbiriyle ilişkili üç temel sorun vardır. Birincisi, geçmiş dönemler kutsanmakta ve modern dönemler kategorik olarak kötülenmektedir. İkincisi, geçmiş alimlere insanüstü özellikler verilirken, günümüz insanı –hızla değişen şartlarına rağmen– uygun içtihatlar yapmak yeterliliğinden mahrum gösterilmektedir. Üçüncüsü, geçmişte ortaya konan yorumlar ‘’Selef-i Salihin’in” samimi içtihatları olarak kutsanırken, günümüzde ortaya konacak yorumların Allah’ın rızasına uygun olmayacağı ima edilmektedir. Nursi’nin düşüncesindeki bu üç nokta pratikte İslam düşüncesinin belirsiz bir zamana kadar kilitlenmesi anlamına gelmektedir. Nitekim, Risaleler yazılmaya başlanalı yaklaşık yüzyıl, Nursi’nin ölümünün üzerinden de yarım yüzyıldan fazla zaman geçtiği halde takipçilerinin bir çoğu içtihat yapmak yerine O’nun sözlerini tekrar etmekle meşgul görünmektedirler.

“İçtihat Risalesi”nde Nursi’nin bu genel yaklaşımını izah etmek için verdiği örnekler de konuyu daha karmaşık bir hale getirmektedir. Mesela, Cuma namazı hutbesinin Türkçe’ye çevrilmesine karşı çıkarak, Arapça okunmasını savunur. Daha genel olarak da, yirminci yüzyıl insanının, dini kurallara itaat etmek yerine, o kuralların amaçları ve “hikmetlerine” önem verdiğini ve bunun yanlış olduğunu iddia eder. Aslında, Nursi’nin iddia ettiğinin aksine, dini hükümlerin amaç ve hikmetlerini araştırma, modern döneme ait bir özellik değildir. Başta sekizinci asırda yaşamış Ebu Hanife ve sonrasında Şatibi dahil olmak üzere, bir çok eski fıkıhçı ve dahası Maturidi kelamcıları amaç ve hikmetleri anlamaya birincil önem vermişlerdir. Nursi kelamda Eşari ekolüne yakın olduğu için farklı bir yaklaşım ortaya koymuş olabilir; bu yaklaşımının fikri mirası derinlemesine incelenmelidir.

Eşarilik ve Maturidilik

Kelam tartışmalarında akıl ile nakil, irade ile kader, bilim ile İslami bilgi ilişkileri önemli yer tutar. Mutezile okulunun akıl, irade ve bilim vurgusuna reaksiyon olarak doğan Eşari kelam okulu nakilciliği, kaderciliği öne çıkarmış ve sebep-sonuç ilişkilerini neredeyse yok sayacak önermeler ortaya koymuştur. Mutezile ve Eşari arasında orta yolu ise genel anlamda Maturidilik temsil etmiştir. İmam Maturidi’nin kurduğu bu kelam okulu Türkiye’de Hanefilerin akidede bağlı olduklarını söyledikleri okuldur.

Fakat Selçuklu ve Osmanlı dönemi medreselerinde Eşariliğin neredeyse hakim kelam mezhebi olarak okutulması sonucunda kendilerini Maturidi sanan Türkler büyük ölçüde pratikte Eşari olmuşlardır. Bir diğer deyişle Türkler, klasik Maturidi anlayışından çok daha nakilci, kaderci ve sebep-sonuç ilişkilerine şüphe ile yaklaşan bir kelam anlayışını benimseyen çizgiye doğru kaymışlardır. Bu durum akıl, bireysel özgürlük ve bilime eskiye oranla çok daha fazla vurgu yapılan günümüzde bir çok sorunu beraberinde getirmektedir.

Eşarilik ve Maturidilik merkezli tartışma Nursi’yi anlama konusunda da önemlidir. Örneğin, Nursi kader konusunda bir açıdan Maturidiliğe yakın görülebilecek fikirler vurgular. “Lemaat” ve “Hakikat Çekirdeleri”nde, kader ve irade tartışmalarına dair şöyle bir orta yol önerir: “Maziye [geçmişe], mesaibe [musibetlere, belalara] kader nazarıyla;…müstakbele [geleceğe], measiye [isyanlara, günahlara] teklif [irade] noktasında bakmak lâzımdır.” Yani geçmişte olup biten şeyler ile başa gelen belalara karşı insan kaderi düşünmeli; ama geleceği planlarken ve kendi hatalarını düşünürken iradesini göz önünde tutmalıdır.

Ama öte yandan, Nursi “Kader Risalesi”nde, insan iradesinin temeli olan “meyelan (eğilim)” kavramının Maturidilere göre insana, Eşarilere göre ise Allah’a verilmesini tartıştığı yerde Eşariliğe meyletmiş görünmektedir. Dahası bu risale insan iradesinin kötülük konusunda güçlü, iyilik konusunda zayıf olduğuna dair yanlış anlamaya açık yorumlar da ortaya koymaktadır.

Ayrıca, Nursi pratik olaylar karşısında da zaman zaman kaderci görünen ifadelerde de bulunmuştur. Mesela, hapishaneye girdikleri dönemde talebelerine şöyle demiştir: “Kısmet ve kadere itiraz hükmünde olan şekvâlar [şikayetler] [ile] ve ‘Böyle olmasaydı şöyle olmazdı’ diye birbirinizden gücenmeyiniz….Ne yapsaydık onlar hücumu yapacaktılar”. Nursi’nin bu tür bazı sözleri Türkiye’de günümüzde işlenen zulümler ve yaşanan acılar karşısında, verilen yanlış kararları ve yapılan hataları sorgulamak isteyenlere karşı bir kalkan olarak kullanılmaktadır. Gerek Nursi döneminde gerekse günümüzde zulüm gören insanlara tevekkül tavsiye etmek gayet doğaldır, ama geçmişten ders alarak geleceği planlamanın önemi de unutulmamalıdır.

Özet olarak şunu söylemek mümkündür ki Maturidiliğin akıl ve iradeye yaptığı vurguyu kendileri için referans alanlar Nursi’nin eserlerinde yer yer kendisini gösteren Eşari vurgusunu eleştirel okumalıdırlar. Risaleler’in bir kısmında çağın getirdiği şüphelere karşı akli deliller sunan, irade ve kader ilişkisinde bir denge arayan ve modern bilimlerin sebep-sonuç ilişkileri ile barışık olan Nursi, diğer bazı kısımlarda ise akıl, irade ve sebep-sonuç ilişkileri konusunda çok daha şüpheci yaklaşımlar sergileyerek, Eşari paradigmanın tezlerini hatırlatmaktadır.

Elbette Eşarilik kendi içinde tutarlı ve saygın bir kelam anlayışıdır. Ancak Maturidi açıdan bakınca, Eşariliğin pek çok önermesine ve tezine katılma imkanı yoktur. Yine Maturidi açıdan Nursi’nin görüşleri de benzer biçimde eleştirel okunabilir. Başka bir ifade ile, Nursi’nin eserlerinde Eşari yaklaşım içeren ifadelere Maturidi bakış açısı ile itirazlar dile getirmek gayet mümkündür.

Sonuç

Bu yazımızda Nursi’nin akılcı yenilik ve nakilci gelenek arasında kimi zaman ikili, kimi zaman gel-gitli yaklaşımlarını ele almaya çalıştık. Bunu yaparken amacımız Nursi’nin eserlerinde çelişkiler olduğunu ortaya koyarak kötülemek değildi. Aksine, Risaleler’in hem yenilikçi, hem de gelenekçi yönleri barındırdığını göstermek istedik. Bu ikilemi göz önüne almadan Nursi’yi okuyan birisi, 2. Dünya Savaşı’nda ölen ‘’masum ve mazlum’’ Hıristiyanları ‘’bir nevi şehadet’’ kazanmış olarak değerlendirebilecek kadar yeni yorumlara açık bir düşünürün, neden mürtedin öldürülmesini normal görecek kadar gelenekçi çizgiyi savunduğunu anlayamaz. Başka Müslüman düşünürler için de aynı şeyi söylemek mümkündür. Mesela, Gazali’yi okuyanlar bir kitabında Bizanslıların Cennet’e gidebileceklerini yazarken, diğer bir kitabında Müslüman filozofların bir kısmının kafir, hatta katli vacip olduklarını yazdığını da görmektedirler.

Her düşünür yaşadığı şartlardan etkilenir; zamanının çocuğudur. Nursi de Cumhuriyet’in ilk dönemi seçkinlerine hakim olan pozitivist söylemi dine karşı varoluşsal bir tehdit olarak görmüştür. Buna reaksiyon olarak da, akılcı yeniliğe açık olduğu konularda bile, gelenekçi yorumlara sahip çıkan bir tavır ortaya koymuştur.

Nursi’nin pozitivizme reaksiyon olarak geleneğe yönelişi onun yaklaşmakta olan Selefilik dalgasını da yeterince ciddiye almamasına yol açmıştır. Vehhabi Selefiliği zamanla hallolacak bir mesele olarak görmektedir: ‘’Vehhâbilik az bir fırkadır. Koca Alem-i İslamın havz-ı kebiri [büyük havuzu] içinde ya erir, ya itidale gelir [ılımlılaşır]; çünkü menbaı [kaynağı] hariçte [dışarda] değil ki, âlem-i İslâmı bulandırsın”. Bir diğer deyişle Nursi Selefiliğin 20. yy. sonu ve 21. yy. başlarında ne kadar etkili ve sorunlu bir küresel akıma dönüşeceğini öngörememiştir. İlginç olan nokta, Nursi’nin geleceği tahmin etme konusuna, özellikle sosyo-politik konularda, büyük önem vermesidir. Bu serinin üçüncü ve son yazısında Nursi’nin sosyo-politik konulara ilgisini ve bu konularla ilgili istikbale dair tahminlerini ele alacağız.

Yazdır