Türkiye’de İslami muhafazakar çevrelerin etkisi altında en çok kaldığı düşünürlerden birisi Said Nursi (1877-1960)’dir. Nursi’nin takipçisi olan Nurcular sayısal büyüklük açısından Türkiye’de marjinal olarak tanımlanacak kadar az bir kesimi oluşturmaktadır. Ancak, Nursi’nin Risaleler şeklinde bilinen Risale-i Nur Külliyatı Gülen cemaati başta olmak üzere başka İslami aktörlere de derin etki etmiştir. Nitekim, Türkiye’de dini düşünce dikkatle incelendiği zaman belirli kavramları kullanma ve olaylara yaklaşım gibi konularda Nursi’nin muhafazakarlar üzerinde tesirinin olduğu hemen görülecektir. Nursi’nin görüşleri entelektüel çerçeveyi aşmış gündelik hayata da etki etmiştir. Nursi tesiri ile popüler hale gelmiş örnekler arasında “Her sözün doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek doğru değil” gibi sözler ile bir dönem taşınması moda haline gelen dua kitabı Cevşen sayılabilir.

Ne var ki, bu etkisine rağmen, Said Nursi ve Risaleler’i bugüne kadar, Şerif Mardin’in kitabı gibi bir kaç istisna dışında, yeterince analitik bir yaklaşım içinde ele alınmamıştır. Önemli kitabında Mardin, Risaleler’i bir metin olarak incelemek yerine, Nursi’nin ve ilk talebelerinin şahsiyetlerinin gelişimine etki eden sosyo-politik çevre şartlarını analiz etmeye odaklanmıştır. Biz ise bu ve takip edecek yazılarımızda, Nursi’nin fikirlerini incelemeyi ve Risaleler’in metin analizini ön plana çıkaracağız.

Eleştirel bir bakışla inceleyeceğimiz konulardan önce, Nursi’yi neden önemli ve özgün gördüğümüzü üç noktada özetlemek istiyoruz. Birincisi, Nursi iman konusunu vurgulayarak, İslam’ın bir siyasi ideoloji olarak kullanılmasına karşı çıkmıştır. Nursi, “İslami diriliş”in politik bir proje yerine iman merkezli bir hareket olmasını önermiştir. Bu açıdan Hasan El Benna, Mevdudi ve Seyyid Kutup gibi İslamcılardan farklıdır.

İkincisi, Nursi modern bilimlerin önemini kabul etmiş ve takipçilerini bu yönde teşvik etmiştir. Öğrencilerin hem modern bilimler hem de dini ilimler öğrenmesini tavsiye etmiş; birincisi olmaz ise taassup (yobazlık), ikincisi olmaz ise imani şüphelerin doğacağı iddiasında bulunmuştur.

Üçüncüsü, Nursi Batı karşıtı bir tutum takınmamış, aksine Batı’nın farklı yönleri olduğunu vurgulamıştır. Nursi’ye göre Müslümanların Hristiyan ve Yahudiler ile dostane ilişkiler kurması konusunda dini bir engel bulunmamaktadır.

Bu üç konunun her biri karmaşık yönlere sahiptir ve eleştirel bir okumayı gerekli kılmaktadır. Bu yazıda birinci konuya odaklanacağız. Nursi’nin iman konusunda yaptığı vurgu İslamcılığa karşı kurgulandığı zaman ilgi çekici olsa da, iman konusu hayatın her alanında başarının anahtarı olarak sunulduğu zaman bir çok problemi ve soruyu beraberinde getirmektedir.

 İman ve Namaz Çözüm mü?

Genel olarak, Nursi’nin hayatı iki bölümde ele alınır: Osmanlı döneminde Eski Said ve Cumhuriyet döneminde Yeni Said. Nursi, sonraki yıllarında Eski Said’i siyasete ilgisinden dolayı sert biçimde eleştirmiş, ama yine de Osmanlı dönemindeki yazılarını Risaleler’ine eklemiştir. Nitekim, bu eklemleme Risaleler’de değişik konularda birbirine zıt bazı fikirlerin bir arada olmasının temel sebeplerinden biridir.

Bu zıt fikirlere en iyi örneklerden biri iman ve maddi kalkınma ilişkisi konusunda ortaya çıkmaktadır. Eski Said, İslam medeniyetinin sorunlarının çözümünde maddi gelişmenin öneminin altını çizmiştir. Hatta Osmanlının son döneminde yazdığı “ila-yı kelimetullah şu zamanda maddeten terakkiye mütevakkıftır” (bu zamanda İslam’ı yüceltmek maddi kalkınmaya bağlıdır) ifadesi meşhur sözlerindendir. Eski Said, Müslümanların üç temel sorunu olarak da “cehalet, zaruret (fakirlik) ve ihtilaf (kavga)” meselelerini vurgulamıştır.

Yeni Said ise Müslümanların sorunlarını maddi kalkınma ile çözme vurgusu yerine iman ve dindarlık ile sorunların çözüleceği seklinde bir söylemi savunmaktadır. Nitekim, Yeni Said’in vurgusunda “kainatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır.” Böyle bir sıralama yapmaya neden gerek duyulduğu belirsizdir. Dahası, ilk sıraya imanı koymayı bir kenara bırakırsak, ikinci sıraya adalet, özgürlük, bilgi, ahlak, emek, kul hakkı yememek, insan hakları gibi daha evrensel bir değerin yerine –son tahlilde bir ibadet olan– namazın konulması sorgulanmaya açık bir yorumdur.

Nursi’ye göre İslam tarihinin ilk dönemindeki başarıları sonraki dönemdeki başarısızlıklar izlemiştir. Nursi, ilk asırlardaki kalkınmayı dindarlık ile sonrasındaki gerilemeyi ise dinden uzaklaşma ile açıklamaktadır: “Hem tarih şahittir ki, ehl-i İslâm ne vakit dinine tam temessük etmişse [sımsıkı tutunmuşsa], o zamana nispeten terakki etmiş; ne vakit salâbeti [dine ‘kuvvetli’ bağlılığı] terk etmişse, tedennî etmiş [gerilemiş]. Hıristiyanlık ise bilâkistir [tam zıddıdır].”

Konunun uzmanı tarihçilere göre ise Müslümanların entelektüel ve ekonomik olarak Avrupa’ya çok net üstünlük sağladıkları dönem 9. ve 10. asırlardır. Bu dönemde Abbasi, Fatimi ve Endülüs devletleri gibi Müslüman ülkelerdeki başarılar, dini çoğulculuğun çok derin ve zengin yaşandığı, İslam ile Hristiyanlık ve Yahudiliğin,  Sünnilik ile Şiiliğin, zühd ile bohem hayatın, İslami ilimler ile her tür felsefenin beraber yaşandıkları bir ortamın ürünüdür. Kısacası Nursi ve günümüzdeki bir çok muhafazakarın bu başarıları dindarlık ile açıklamaları yanlıştır. Sonraki asırlardaki entelektüel ve ekonomik gerilemenin Müslümanların dinlerinden uzaklaşmaları ile ilişkili olduğu iddiası ise herhangi bir delile dayanmamaktadır.

Dahası Nursi neden din ve kalkınma konusunda Hristiyanların tarihi tecrübelerinin Müslümanlarınkinin tam zıddı olduğunu açıklama konusunda da ikna edici değildir. Bu konudaki başka bir yazısında “Enbiyanın [peygamberlerin] ekseri [çoğunluğu] Şarkta ve hükemanın [filozofların] ağlebi [daha galib, çoğunluğu] Garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir [işaretidir] ki” demekte ve şu hükmü vermektedir: “Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalptir, akıl ve felsefe değil.”

Bu yaklaşımı da en azından üç açıdan sorunludur. Birincisi, yerleşik İslami görüşe göre her kavme peygamber gönderilmiştir ve isimleri bilinen çok az sayıda peygamberin Doğu’da çıkmış olması bir genelleme yapmak için yeterli değildir. Genelleme konusunda ısrar edildiği takdirde de şu sorulabilir: İslami kaynaklara göre Orta Doğu dışında ne Çin ne Hindistan ne Sahra Altı Afrika ne de Amerika kıtasında çıkmış bir peygamber bilindiğine göre, din ile ayağa kalkmak sadece Orta Doğu’nun mu kaderidir? İkincisi, antik filozoflar günümüz Yunanistan ve İtalya’sının yanı sıra, Türkiye ve Mısır’da da (özellikle İskenderiye’de) yaşamışlardır. Dahası 8. ile 12. asırlar arasında dünya çapında filozoflar Müslüman “Doğu”da ortaya çıkarken bu dönemde Batı Avrupa’da felsefe neredeyse yoktur. Kısacası filozofların çoğunluğunun Batı’da çıktığı iddiası yanlıştır. Son olarak da katı bir Doğu-Batı ikilemi Müslümanların kendilerini çok biricik zannetmeleri ve Batı’dan öğrenme konusundaki eksikliklerini daha da derinleştirmelerine yol açmaktadır.

Güncel olarak gözlem yapan biri de bugünkü Müslüman toplumların büyük çoğunluğunun imanlı ve namazlı oldukları halde cehalet, fakirlik ve siyasi/ dini kavga sorunlarının çözümü yolunda ciddi mesafe katedemediklerini söyleyecektir.

Bu gözleme cevaben, iman-namaz ikilisini sosyo-ekonomik ve siyasi sorunlara çözüm olarak görenler, Müslüman toplumların hakiki iman sahibi olmadıklarını ve gerçek anlamda namaz kılmadıklarını iddia ederler. Fakat, bu cevabı verenlerin kendilerine baksak, iman ve namazlarının tam olduğunu düşünen bu insanlar, sözgelimi Türkiye’de, son dönemde yaşanan siyasi kavgada nasıl bir rol oynamışlardır? İman ve namaz onların sulh ve adalet içinde yaşamalarını sağlamış mıdır?

Bu somut gözlemleri kabul etmeyenler için daha teorik sorular soralım. Mesela Nursi 6,000 sayfaya yakın hacimdeki Risaleler’de iman ve namazın cehalet problemini nasıl çözeceğini, fakirliğin aşılmasını nasıl sağlayacağını ve ihtilaflara karşı nasıl çözümler ortaya koyduğunu açıklayabilmiş midir? Bu konuyu incelemek isteyenler için en kısa yol doğrudan ihtilaf sorunu üzerine yazılmış olan 20. Lema’yı okumaktır. Bu risaleyi inceleyen biri, Müslümanların sürekli siyasi ve dini kavgalar içinde bulunmalarının genelde kendi suçları olmadığını okumakta, ama kimin suçlu olduğunu ve bu sorunun nasıl aşılabileceğini öğrenememektedir. Risaleler’in İslam tarihini ele alan diğer bölümlerinde de ihtilaf meselesi konusunda çözüm önerileri görünmemektedir. Halbuki, tahkiki imanlı ve namazı en güzel şekilde kıldığı kabul edilen ilk dönem Müslümanlarının birbirleri ile savaşlarında –içlerinde Cennet’le müjdelenen Zübeyir bin Avvam ve Talha bin Ubeydullah gibi seçkinler olmak üzere– on binlerce insan öldürülmüştür. Bu örnek de, iman ve namaz kılmak ile siyasi olsun, maddi olsun bir konu arasında doğrudan bir nedensellik ilişkisi ortaya koymanın çok zor olduğunu göstermektedir.

Nursi’nin iman ve namaz vurgusuna yönelik bir diğer eleştirel gözlem ise Batılı toplumların içinde bulundukları göreceli olarak iyi eğitim, refah ve iç barış durumudur. Bugün dünyada imansızlığın yaygın olduğu ve namazsız bazı toplumlar önemli ölçüde maddi, siyasi ve sosyal sorunlarını çözmüş haldedirler. Hatta dünyanın maddi olarak en başarılı, demokratik ve adalete dair değerler olarak da en ileri toplumlarında dinsizliğin yaygın olduğu söylenebilir. Mesela, Türkiye’den türlü nedenlerle ayrılmak zorunda kalan Müslümanlara en çok sığınma ve destek veren ülkeler ile dinsiz, agnostik ve ateist vatandaş sahibi olmak arasında bir istatistiki korelasyon bile iddia edilebilir. Kısacası Nursi’ye karşı bir tez olarak şunu yazmak gerekiyor: İmanı esas almadan yahut bir dinin pratiklerini yapmadan temel sorunlarını çözmüş, özgür ve adil bir siyasi düzen kurmuş ve bu arada çevre gibi konulara da yüksek düzeyde önem veren topluluklar bulunmaktadır.

Bu noktada vurgulamak isteriz ki ortaya koyduğumuz sorular sadece Nursi’ye yönelik eleştiriler olmanın çok ötesinde tüm Müslümanların cevap aramaları gereken sorulardır. Altını çizmeye çalıştığımız nokta Risaleler’i okuyanların bu sorulara cevap vermiş bir eseri okudukları şeklinde yanıltıcı bir algıya kapılmamaları gerektiğidir. Bu sorunların cevapları için başka kitaplar okumaya devam etmelidirler.

Sonuç

Tarihçi Marshall Hodgson İslam’ın Serüveni adlı önemli kitabında geleneğin nesilden nesile olduğu gibi aktarılmasının aslında geleneğin kuruyup gitmesi anlamına geldiğini belirtmektedir. Hodgson’un haklı olarak vurguladığı gibi, geleneği gelecek nesillere verimli bir şekilde taşımak isteyenler, onu kendi yorumlarıyla zenginleştirerek aktarmalıdırlar. Bu açıdan bakıldığında Nursi’yi eleştirel okumak onun bir asra yakın yaşı olan kitaplarının gelecek nesiller tarafından bilinmesinin tek yoludur.

Nursi, iman ve namaz ikilisini kainatta en mühim değerler olarak vurguladığı için kaçınılmaz olarak iman ve maddi başarı arasında olumlu bir ilişki kurmuştur. Halbuki yukarıda bahsedildiği gibi Norveç, Çek Cumhuriyeti gibi dinsizliğin çok yaygın olduğu ülkelerde eğitim, refah ve iç barış konularında göreceli olarak başarılı örnekler bulunmaktadır. Dolayısıyla iman ve namaz ile başarılı bir dünyevi düzen kurmak arasında zorunlu bir ilişki görünmemektedir.

Nursi faziletli bireylerin, faziletli bir toplum oluşturacağına inanmaktaydı. Buna göre iyi insanlardan oluşmuş bir toplum ortaya konulursa maddi ve sosyal şartlar aşılarak toplumsal sorunlar çözülebilecekti. Toplumsal sorunları “iyi fert, iyi toplum” ekseninde çözmek özünde bir doğruluk içerse de, bu sorunların ancak gerekli siyasi ve ekonomik kurumlarla hallolabileceği de bir gerçektir. Dolayısıyla, “iyi insan/ kötü insan” yaklaşımıyla veya dahası iman-küfür zıtlığıyla sosyal gerçekleri açıklamaya ve sorunları çözmeye çalışmak, hayatın karmaşıklığı karşısında basite kaçan bir anlayış ortaya koymaktadır. Bunun ötesinde iyi insanı imanlı ve namazlı şeklinde tanımlamadaki sorunlar da ayrı bir tartışma konusudur ve bu yazının sınırlarını aşmaktadır.

Verdiği siyasi/ dini kavgalar bir kenara, Said Nursi 20. yüzyıl İslam düşüncesinin önemli bir ismidir. Ancak Nursi’nin takipçileri tarafından standart bir yöntem olarak neredeyse sadece hayranlıkla okunması O’nun günümüz Müslüman toplumlarının sorunlarının çözümlerine katkısını azaltmaktadır. Nursi’nin düşüncelerinin bugünkü bazı sorunlar bağlamında daha verimli değerlendirilmesi ancak eleştirel bir okuma ile mümkündür. Böyle bir okuma Nursi’nin bazı görüşlerinin artık geçersiz olduğunu kabul etmek anlamına gelmekle birlikte, onun taşıyıcılığını yaptığı İslami geleneğin daha verimli devam edebilmesine katkıda bulunacağı için de son derece değerli olacaktır. Bu konuya verdiğimiz önemin bir göstergesi olarak Nursi’yi eleştirel okuma konusunda yazmaya devam edeceğiz.

Yazdır