“‘Yadsıyan Akıl’ ve Acı” başlıklı yazımda Müslümanların problemlerini yadsıdıklarını, bunun için son derece kullanışlı söylemler geliştirdiklerini ve dolayısıyla sorunlarını çözemez hale geldiklerini ifade etmiştim. Amacı “atalara vefa,” “kitlelere hedef göstermek,” veya başka her ne olursa olsun, gerçekleri yadsıyarak yapılan kimlik inşasının uzun vadeli zararlara yol açtığını iddia etmiştim.

Peki, ahlak nasıl daha sağlam bir zeminde inşa edilir? İlmi gerçekleri yadsımayan bir ahlak nasıl mümkün olur? Bunun için aşağıda sıralayacağım bazı noktalara dikkat etmek gerektiğini düşünüyorum.

1- Mutlakçılık: Mutlak doğruyu bilme iddiası dünyanın karmaşık halini yadsımakla mümkündür. Bunu iddia ettiğiniz anda kendinizi yeryüzünde ilahi iradenin temsilcisi olarak görebilirsiniz. Bu tehlikeli bir durumdur çünkü yaptığınız ahlaksızlıklıkları bizzat ilahi iradenin talebi olarak görürsünüz. Lacan’ın işaret ettiği gibi ilahi iradeyi sahiplenirsiniz ve bu noktada her şey sizin için caiz olur.

Bu sorunların önüne geçecek şey mutlakçılığı sorgulayarak, pek çok konuda cevabın birden çok olabileceğini kabul etmek ve mütevazi olmaktır. Kafanızın biraz karışık olması sağlık alametidir. Kafası karışık bir insanın bir camiye girip kendini patlatması ihtimali mutlakçı bir kafaya göre daha azdır. Şiddete başvuran örgütlerin genel olarak mutlakçı ideolojileri savunmaları tesadüf değildir.

2- Ütopyacılık: Zira ütopyacılık bu dünyanın iyi ve kötüyü bir araya getiren kompleks gerçekliğini yadsımak demektir. Ütopyaların mümkün olduğuna inanırsanız ideal geleceğe giderken yapacağınız ahlaksızlıkları meşrulaştırabilirsiniz. Algı oluşturmak için yalan söyleyebilir, kurunun yanında yaşı da yakabilir, sınavlarda hile yapabilir, masum insanları hapse atabilir, rüşvete bile fetva bulabilirsiniz. Ne de olsa bunları “daha büyük hayırlar,” “geleceğin İslam dünyası” ve “apaydınlık bir bahar” için yapmaktasınızdır.

Bu seküler ideolojilerin de problemidir. Komünizm gibi ütopik gelecek tasavvur eden ideolojiler için yapılanlar bu konuda hatırlanmalıdır. Stalin’in devrim için aldığı canlar sorulduğunda, Troçki “devrim için ödenmesi gereken küçük bir bedeldir o” demiştir.

3- Seçilmişlik Kompleksi: Çünkü bu kendi grubunuzun hatalarını yadsımayı netice verir. İstisnailik illüzyonuna sebep olur. Seçilmişlik kompleksinin Kur’an’ın özellikle Yahudiliğe dair eleştirisinin merkezinde olduğunu biliyoruz. Eğer bir liderin, grubun, partinin, ya da cemaatin “dünyaya huzur ve nizam” getireceğine inanırsanız kendinizi çok ayrıcalıklı bir yere yerleştirirsiniz.

Kendi cemaatinizi Müslümanların sorunlarına “ilk kez sistemli şekilde çözüm üretmeye çalışmış” olarak görüyorsanız grubunuzun dışında kalanlar ikincilleşir, hatta önemsizleşir. Kendi grubunuzun gündemi bütün ufkunuzu kaplar. Burada, mesela, kadrolaşma gibi ahlaken açıkça problemli yöntemleri meşrulaştırırsınız. Ne de olsa onlar “bizim çocuklardır” ve “kaliteli insanlardır.” Ne de olsa bunu “şuursuz kalabalıkları kurtarmak için” yapıyorsunuzdur.

4- Düalist basitleştirme: Bu karşınızda yer alan insanların kompleks gerçekliğini yadsımaktır. Halbuki, anlaşmazlığa düştüğünüz insanlar hemen hiç bir zaman “saf kötü” değildir. Herhangi bir mücadeleyi “vatan haini teröristlere” ya da “şeytan’ın avanelerine” karşı verilen bir kavga gibi hayal ederseniz karşı taraf o kadar küçülür ki gözünüzde artık ona karşı ahlaklı olmanız gerekmez. Onunla konuşamaz hale gelirsiniz. Bu durumda kendinizi Juergensmeyer’ın tabiriyle iyi ile kötü arasındaki “kozmik bir savaş”ın aktörü olarak görürsünüz ki böyle bir savaşın kuralı ve sonu olmaz.

5- Gettocu gruplaşma: Hayatı kendi cemaatinizin, partinizin, grubunuzun içine gömülüp oradan izlerseniz, başka grupların çektikleri acıları çok kolay yadsıyabilir ve ahlaki olmayan bir duruş sergileyebilirsiniz. Bu halde öteki cemaatlerin dertleri sizin gündeminize çok girmez. Gruplar arasındaki iletişimsizlik ötekisinin acısını fark edememe problemini ortaya çıkarır. Ya da grup bencilliği ile ötekilerin acılarına karşı duyarsızlaşırsınız. Bunun için genel olarak Türkiye gibi yerlerde her grup kendi acısına ağlar.

6- Bireyin yutulması: Dini ya da seküler cemaat bireyi yutmuşsa birey kendi grubunun yaptıklarını kolaylıkla yadsır, hatalarından dolayı sorumluluk hissetmez ve ahlaksızlıklarına göz yumabilir. Arendt’in “kötülüğün banallığı” hakkında yazdıklarında değindiği gibi ancak kendi aklıyla düşünmeye cüret eden bireyler grup fanusunun dışına kafasını çıkarıp kendi cemaatine itiraz edebilir. Birey olamayan insan kendi cemaatinin işlediği şiddet ve ahlaksızlığın gönüllü ya da gönülsüz parçası olur. Türkiye’de insanların kendi grubunun haricindekilere yapılan zulümlere bu kadar sessiz olması da büyük oranda bundandır.

7- Tarihin yadsınması: Ahlaki bir bakış açısına sahip olmak istiyorsanız, yalnızca tarihinizin parlak sayfalarını anlatmamalısınız. Geçmişin karanlık sayfalarına arada sırada kısaca değinmek de yetmez. Bunları söyleminizin merkezine koymalı ve sıklıkla hatırlamalısınız. Mesela onur müzelerinin yanına utanç müzeleri de açabilmelisiniz. Türkiye’de Ermeni katliamları, 6-7 Eylül hadiseleri, Diyarbakır cezaevi vs. ile alakalı utanç müzeleri yoktur. Ama aynı hataların tekrarlanmaması ve toplumsal hafızayı canlı tutmak için gereklidir.

8- İktidarın söylemi: Bazen iktidarın söyleminin tesiri altında kalıp ötekinin acılarını farkına bile varmadan yadsırız. Bu noktada ahlaki prensipler göz ardı edilir. Bunu engellemek için tek yol dünyaya hep ezilenin yanından bakmak gibi görünüyor. Ege’de boğulan Maden ailesinin, kapısına çarpı işareti bırakılan Alevinin, katledilen Ermeninin, aç bırakılan Yemenlinin, ezilen Kürdün yanından bakmalı. Hiç bir zaman egemen yapının ve devletin, ezilenler hakkında ürettiği söylemi satın almayan ve ona itiraz eden bir ahlak mümkündür; aslında hakiki ahlak da budur.

Türkiye tarihi iktidarın ezilen bir grup hakkındaki söylemi şeytanlaştırma amaçlı nasıl kullanabildiğini ve geniş kalabalıkları nasıl ikna edebildiğini herkese öğretmiş olmalıdır. Her zaman ezilenin yanından bakmazsanız iktidarın söylemi sizi de ikna eder. Bu durumda mesela “Tek Türkiye” gibi ezilen bir halka yukarıdan devlet söylemiyle bakan televizyon dizileri yapabilirsiniz. Ya da Ermeni meselesinde devlet tezlerini yabancı ülke meclislerinde savunursunuz.

9- Entelektüel karşıtlığı: Kompleks bir dünyada ahlak, entelektüel bir uyanıklık olmadan başaramayacağınız bir şeydir. İyi niyet ve teslimiyet çoğu zaman yeterli olmaz. Mesela kapitalizmin problemlerini yadsımamak ve yol açtığı acıları “fark” edebilmek istiyorsanız Gramsci’den Zizek’e geniş yelpazade okumalar yapmak sizi donanımlı kılar. Bu farkındalık ahlaki bir hassasiyet üretir. Zira farkında olmadığınız şeye ahlaken de itiraz edemezsiniz.

Ayrıca entelektüel eleştiriler bir ahlak sisteminin kendi hatalarını yadsıyacak mekanizmalara karşı uyanık olmasını da sağlar. Mesela Doğu toplumlarının problemleri dile getirildiğinde sıklıkla duyduğumuz “Oryantalist” ya da “modernist” gibi ithamların yadsıyıcı bir mazaret olduğu ifade edilebilir. Evet, Şark’ın problemleri var. Bunlar çok köklü ve derindir. Bunları dile getirmek her zaman “Oryantalist kibir ya da önyargı” değildir. Şarkın içinden acı ile yapılan tespitlerdir.

Sonuç

Bu saydıklarıma dikkat etmeden de bir topluluk kendi ölçüleri içinde başarılı olabilir. Geniş taraftar kitlelerine ulaşabilir, insanlara heyecan verebilir. Ama uzun vadeli olarak gayretlerinizin kendi grubunuzun ötesinde küresel insan topluluğuna daha faydalı olması için mutlakçılık, ütopyacılık, seçilmişlik, dualist basitleştirme, bireyin kaybolması, politik güç ve anti-entellektüalizm gibi tuzaklara karşı dikkatli olmalıdır. Ahlak kurgunuz hep zayıfın yanında seyretmeli hayatı ve iktidarın herhangi bir grup hakkında ürettiği söylemi kesinlikle satın almamalıdır.

Yazdır