2009 yılında Princeton Üniversitesi’nde bir grup sosyal bilimci olarak Türkiye üzerine çalışmaları tartışmak için toplanmıştık. Genç bir akademisyen neden hep Batılı düşünürlerin ürettiği teorileri kullandığımız ve Müslümanlar arasında çıkmış sosyal bilimcileri referans alamadığımız sorusunu ortaya attı. Konferansın “kıdemlilerinden” bir sosyolog bana dönerek “Aklıma sadece İbn Haldun geliyor” dedi. Haksız değildi zira dünya sosyal bilim literatürüne temel seviyede etki eden neredeyse tek Müslüman sosyal bilimci İbn Haldun (1332-1406)’dur. Daha ilginci İbn Haldun’un birçok Batılı akademisyen tarafından dünyada ilk sosyolog, ilk felsefi tarih yazarı ve hatta ilk ekonomist olarak kabul edilmesidir. Yani Müslümanlar çok erken dönemde dünyada öncü bir sosyal bilimci yetiştirmiş ve fakat bu başarıyı devam ettirememişlerdir.

Peki, neden Müslümanlar 1406’den beri dünya çapında sosyal bilimciler yetiştiremediler? Aslında, yirminci yüzyılda bağımsızlığını kazanan 49 Müslüman-çoğunluklu ülkenin hemen hepsi sosyal bilim üreten üniversiteler kurdular. Fakat sosyo-ekonomik geri kalmışlık, fikir özgürlüğü önündeki siyasi engeller ile devlet yöneticilerinin bilim ve eğitime gereken önemi vermemeleri gibi sebeplerin de etkisiyle dünya çapında sosyal bilim üretemediler.

Bir Zihniyet Sorunu

Bu sosyo-ekonomik ve siyasi etkenlerin ötesinde Müslümanların sosyal bilimler konusundaki yetersizliklerinin çok daha köklü zihinsel bir sebebi var. Bu zihniyet problemi kısaca şöyle özetlenebilir: Müslümanların çoğu, özellikle de muhafazakarlar, sosyal bilimleri önemsiz görmektedirler. Dahası, Müslümanlar, sosyal bilimler ve siyasi felsefeye ilgisiz kaldıkları için siyasi otorite, muhalefet, din-devlet ilişkileri gibi konularda hala Orta Çağ’daki sorunlarını tekrar edip durmaktadırlar.

Neden Müslümanların çoğu sosyal bilimlerin önemini kabul etmiyorlar? Bu soruya kısaca şöyle cevap verilebilir: Çünkü toplumsal konularda asıl bilgi kaynağı olarak İslam alimlerinin, yani ulemanın, ürettiği fıkıh ve diğer dini ilimleri kabul ediyorlar. “Asıl” ilim olarak görülen dini ilimler Kuran, hadis, icma ve kıyasa dayanır ve bu ilimlerin sosyal gözlem ile artması, azalması veya değişmesi neredeyse imkansızdır.

Ulema siyasi konulardan ekonomik meselelere, kadın-erkek ilişkilerinden insan psikolojisine kadar bir çok konuda kesin hükümlerde bulunur ve fakat bu hükümlerin doğruluğunun sosyal gözlem ve analizle test edilmesini kabul etmez. Halbuki mağarada oturup Kuran ve hadis okuyan birinin toplumsal ve siyasi konularda güncel sorunlara doğru çözümler bulması mantığa aykırıdır. Başarı konusunda somut bir kriter olmadığı ve başarısızlıklar devamlı hayra yorulduğu için de ulemanın realitelerden uzak fikirlerinin insanları yanılttığını muhafazakar Müslümanlara ispatlamak neredeyse olanaksızdır.

Daha da ilginci şudur: Ulemanın toplumsal ve siyasi konulardaki bir çok fikri Kuran ve hadise de dayanmamakta, Orta Çağdaki Müslümanların kültürüne, özlü sözlerine ve hatta kimi örnekte Sasanilerden aktarılan vecizelere dayanmaktadır. Mesela “din ve devlet ikiz kardeştir” sözü hadis veya İslami bir prensip gibi belirli alimler tarafından tekrarlanmıştır. Halbuki bu söz –Kral I. Ardeşir’e (180-242) atfedilen– bir Sasani özdeyişidir.

Hadis bile olsa bu tür sözler toplumsal ve tarihi gözlem ile birlikte ele alınmalıdır, zira bahsedilen konu ahirete imanla veya ibadetlerle alakalı olmayıp, günlük yaşama dairdir. Hayata dair hükümleri gözlem ve analitik düşünce dışına taşıma alışkanlığı Müslümanların bir çoğunu okumaz, tefekkür etmez ve hadiselerden ders almaz bir hale getirmiştir. Hayattan kopan Müslümanlar, ezberledikleri bazı sözleri –anlamlarını yaşadıkları hayatın realiteleri ışığında düşünmeden– tekrarlayıp durmaktadırlar.

Mesela “küfür devam eder, zulüm devam etmez” sözü de kimilerince yanlış bir şekilde hadis zannedilen bir özdeyiştir. Bu sözü tarihi bir perspektifte ele aldığımız takdirde, aslında bunun yöneticilere bir uyarı ve halka da ümit aşılama amacı taşıdığını anlamak zor değildir. Zira zulüm belirli değişimlerle beraber göreceli de olsa hep devam etmiştir. Firavunların hanedanı binlerce yıl sürmüş, Musa Peygamber’in peşinde boğulan firavunun yerine yenisi geçmiştir. Esed rejimi Suriye’de 47 yıldır iktidardadır ve ne zaman biteceği konusunda yapılan tüm tahminler boşa çıkmıştır.

Aslında ulemanın bilgisinin yetersizliğini Ebu Hamid El Gazali gibi bazı alimler bile kabul etmiş ve bu yüzden mistik bilgiye yönelmişlerdir. Halk arasında da irfan ve keşif gibi isimler verilen mistik bilgiler özel bir öneme sahiptir. Bu noktada asıl sorun bu tür bilgilerin var olup olmaması değil, toplumsal hayatta bir otorite kaynağı olarak kullanılmalarıdır. Bir milletvekili bir tasarı hakkında oy kullanırken şeyhinin sözünü dinliyorsa, burada mistik bilginin sosyal ve siyasi alana tecavüzü ve dinin siyasi otorite aracına dönüşmesi söz konusudur. Dünyadan kopuk bir şekilde zikir ve dua ile meşgul olan bir şeyhin veya cemaat liderinin toplumsal ve siyasi konularda rehberliği yanıltıcı olur.

Buna karşılık, muhafazakar Müslümanlar da, sosyal bilimlerin insan gözlem ve analizine dayandığı için yanılgıya açık olduğunu söylerler. Bu konuda haklılar. Sosyal bilimleri referans alan insanlar yanılırlar. Bu yanılgılar üzerinden sosyal bilimler daha iyi açıklamalar bulma arayışını sürdürür. Sosyal bilimlerde gelişme, değişen toplumsal şartları devamlı gözlemleyerek, ortaya konulan argümanları tartışarak ve teorileri belirli metotlar çerçevesinde test ederek sağlanır. Mesela sosyal Darwinizm ve ırkçılıkla ilişkili sorunlu teoriler zamanla sosyal bilimciler tarafından yanlışlanmış ve dışlanmışlardır.

Dini referans alan insanlar da yanılırlar. Fakat genelde din referanslı toplumsal ve siyasi eylemlerin başarılı olup olmama kriterleri belirsizdir. Bu yüzden de muhafazakar Müslümanlar arasında hatalardan ders alıp daha iyi yöntemler geliştirmek yerine, bahaneler üretme eğiliminin daha baskın olduğu gözlemlenmektedir.

 Sonuç

Günümüzde Müslüman-çoğunluklu ülkeler çok katmanlı toplumsal ve siyasi krizler ile yüz yüzeler ve bu krizlerin çözümünde sosyal bilimler önemli bir katkı sağlayabilir. Ama Müslümanların sosyal bilimleri hafife almaları, özellikle de muhafazakarların her sosyal konuyu ulema ve/ya şeyhlere sorma alışkanlığı, buna mani oluyor. Pek çok İslami grup, sadece dini ilimler ile mistik bilgileri referans alan ve bunun doğal sonucu olarak da dünyadaki gelişmelerden kopan “elitler” tarafından yönetiliyor. Sosyal bilimlerin önemi kavrandığında hem bu grupların dünya ile daha sağlıklı bir iletişim kurabilmeleri hem de en geniş anlamda Müslümanların yüzyıllardır süregelen bazı sorunlarına çözümler bulabilmeleri mümkün olabilir.

Sosyal bilimlere karşı muhafazakar Müslümanların uzak durmalarının önemli bir sebebi de bu bilimlerin dine alternatif ve belki de düşman bir felsefeyi barındırdığı ve yaydığını zannetmeleridir. Aslında sosyal bilimlerin böyle bir içeriği veya iddiası yoktur. Sosyal bilimler, insanlara belirli doğruları öğretmekten daha çok doğruya ulaşma yolunda nasıl gözlemler yapmaları gerektiğine, bu gözlemlerden çıkan sonuçların nasıl analiz ve test edilebileceğine ve bilimsel bilginin günlük hayata nasıl aktarılabileceğine dair fikirler üretir.

Bu açıdan bakınca sosyal bilimler ve dini bilimler arasında bir zıtlık söz konusu değildir. İkisi de kendi alanlarında kaldıkları sürece aralarında bir yardımlaşma ve etkileşim söz konusu olabilir. Dinler tarihinden, din sosyolojisine kadar bir çok araştırma konusu bu tür bir etkileşimi yansıtmaktadır. Önde gelen Amerikan üniversitelerinin hepsinde Din Araştırmaları bölümleri, bir kısmında ise İslami Araştırmalar merkezleri vardır. Bu bölüm ve merkezler sosyal bilimler ve dini ilimlerin uzmanlarını bir araya getirmektedirler. (Mesela, ben de şu an böyle bir merkezin başkanlığını yapmaktayım.)

Yazının başında değindiğim İbn Haldun sosyal bilimlerin din karşıtı olmadığının anlaşılması için iyi bir örnektir. Mukaddime’de gözleme ve sebep-sonuç ilişkilerine odaklanan İbn Haldun, sosyal bilimlere öncülük ederken bunu, kadılık yapacak kadar iyi bildiği fıkha ve meşhur bir tekkenin yöneticiliğini yapacak kadar vakıf olduğu tasavvufa ters görmemiştir.

Yazdır