“Gecekondu” kelimesi “imar ve yapı kanunlarına aykırı olarak başkalarına veya kamuya ait arazi veya arsalar üzerinde toprak sahibinin bilgisi ve rızası olmaksızın acele yapılmış konut” anlamına geliyor. Bu yazının temel önermesi şudur: İslam dünyasında bugün İslam’a aykırılığı çok açık olmasına rağmen üstelik “toprak sahibinin de” rızası aranmadan bir “gecekondu peygamberlik” üretilmiştir. İslam dünyasında özellikle dinin yorumlanmasından kaynaklanan sorunlardan hatırı sayılır bir kesimi de “gecekondu peygamberlik” müessesesinden geliyor.

Önce konuyu tanım açısından netleştirelim: İslam’ın sert çekirdeğinde tartışılmayacak ilkelerden birisi İslam ile artık yeni bir peygamber gelmeyeceğidir. İslam, bu konuda uzlaşmaz hatta tartışmaya girmez bir sertlik içindedir. İslam’ın artık bir peygamber gelmeyeceği konusunda bu sert tavrı etkili olmuş ve genel olarak ana akım İslami yorumların hiç birisi bu konuda farklı bir iddia ile ortaya çıkmamıştır.

Ne var ki, Müslümanların “artık başka peygamber gelmeyecek” ilkesine görüntüdeki bağlılığı pratikte by-pass edilmiştir. Daha açık ifade edersek fiilen Müslümanlar, kendilerine peygamber denmeyen ancak neredeyse bütün özellikleri peygamberler gibi kurgulanmış kişiler üretmişlerdir.

Sorunun Kökeni

“Asla bir peygamber gelmeyecek” derken bir “gecekondu peygamberlik” inşa etmek için aslında hepimizin bildiği bir süreç ve tecrübe yaşanmıştır.

Örneğin, peygambere vahiy gelirken; alimlere, şeyhlere, evliyalara, kutuplara da ilham gelir. Afganistan’dan Kuzey Afrika’ya türlü dini şeyhler, liderler “kitaplarım bana yazdırıldı” der. Peki nasıl yazdırıldı? O halde içlerinde neden bu kadar tarihsel, bilimsel yanlış var? Bu soruların anlamı yoktur. Ustaca kurgulanmış bir strateji ile “ilhamını doğrudan Tanrı’dan” alan adamlar ile gecekondu peygamberliğin ilk harcı atılmıştır.

İkinci bir örnek peygamberlerin mucizelerine paralel kurgulanan kerametlerdir. Tıpkı peygamberler gibi alimler, kutuplar ve diğerleri sürekli kerametler gösterirler. Yani Tanrı bu insanlar için kurduğu düzeni askıya (!) alır. “Gecekondu peygamberliğin” ikinci nişanı o nedenle kerametlerdir. Su üstünde yürümek, heybesinden sürekli altın çıkarmak, sorulmayan sorunun cevabını bulmak… Bir keramet diğerini izler. Şeyh, kutup geleceği şaşırmadan ön görür, olup biten bütün hadiseler onu doğrular… Bütün buna benzer taktiklerle kendisine peygamber denmeyen ama nitelikleri ile bir peygamberden hiç aşağı kalmayan bir profil üretilmiş olur.

Temel sorun İslam dünyasında hem İslam’ın hem de aklın kabul etmeyeceği son derece yanlış bir insan profili üretildiğidir. Öte yandan bu tip durumlar bir ölçüde popüler yahut halk İslamı’na ait vakalar olarak düşünülüp geçiştirilebilir. Halbuki durum İslami hareketlere gelince bu söylenemez. İslami hareketler standart bir halk hareketi olarak tanımlanamaz; içlerinde çok sayıda eğitilmiş kişi ve yine çok sayıda mesleğini yüksek düzeyde icra eden takipçiler barındırmaktadırlar. Ne var ki, buna rağmen şehirli ve eğitimli İslami yapılarda da aynı sorunlar görülmektedir.

Evliyalık Müessesesi

Bu yazıda ele aldığımız sorunun kökeni kabaca 10. ile 13. yüzyıllar arasında ortaya çıkan “evliyalık müessesinin” doğuşunda yatıyor. Bu dönemde ortaya çıkan Sufiliğin etkisi ile bir tür “evliyalık müessesi” kurulmuştur. Burada bahsedilen dönüşüme pek çok farklı açıdan yaklaşmak mümkündür ancak ben bir tanesinin altını çizeceğim: Bu müessese ile İslam’da “kalpten gelen,” “ilhamla gelen” – yani laboratuvardan, gözlemden, doğadan, bilimsel çalışmadan gelmeyen – bir bilgi türü olduğu kabul edilmiştir. Buna göre açıklayamadığımız bir biçimde “evliyalar”, manevi yollarla “bir şeyler biliyor” hale gelmiştir.

Sufilikle beslenen bu kurumun oluşumunda maalesef Ebu Hamid El Gazali’nin meşrulaştırıcı rolü olmuştur. Gazali bu mistik anlayışın ana akım İslam’ın içine meşru olarak – yani elini kolunu sallayarak – girmesine imkan sağlamıştır. Bu açıdan Gazali bir eleştiriyi hak etmektedir; keşke oluşmasına katkıda bulunduğu bu olgunun zamanla İslam dünyasında nasıl sıkıntılı sonuçlar üreteceğini öngörebilseydi. Böylece, Ahmet Kuru’nun Kıtalar Arası’nda yayımlanan en son yazısında altını çizdiği gibi, İslam dünyasında duyular ve gözlem (ve diğer bilinen objektif yöntemlerle) elde edilen bilgi türünün yanına enfüsi, sübjektif bir “bilgi türü” daha eklemlenmiştir.

Ancak “evliyalık müessesi” bununla yetinmemiş bir de “yaptığım yanlışlarda da hikmet arayın” dayatmasını getirmiştir. Buna göre evliyaların yazdıkları ve söylediklerinde yanlışlıklar olursa bunları “gark, istiğrak, şatahat” olarak yani “manevi bir sarhoşluk hali içinde söylenmiş” sayarak hoş görmek gerekir! Örneğin bir kimyacı “yaptığım hesaplamalarda bazen ufak tefek yanlışlar yaparsam beni hoş görün” diyecek olsa bu asla kabul edilmez ve bu kimyacının yaptığı ilaç içilmez. Ancak “evliyalık müessesi” her ne hikmetse “yanlışlarının bile aslında bir tür doğru olduğu” inancını da bir kural haline getirmiştir.

Geleneksel söylemde biraz da övünülerek tekrar edilen bir cümle vardır: “İslam’da ruhbanlık yoktur!” Ne var ki bugün İslam dünyasında fiilen öyle ruhbanlar türemiştir ki bunların maddi ve manevi otoriteleri Papa’yı bile kıskandıracak kadar geniştir.

Bir Çözüm Önerisi

“Gecekondu peygamberlik” konusunun ürettiği muazzam zararlara karşı bu yazıda küçük bir çözüm önerisinde bulunmak isterim. Bilindiği gibi hareket olsun, cemaat olsun, parti olsun, tarikat olsun İslami yapıların büyük bir özelliği şöyle yahut böyle eğitime önem vermeleridir. Bunun doğal sonucu olarak çok sayıda yetenekli ve zeki insan farklı İslami yapılar içinde sosyalleşiyor ve yetişiyor.

Ne var ki, farklı İslami yapılarda yetişen bu zeki ve eğitimli kişiler “çocukça” bir tavır sergileyebiliyorlar. Mesela Harvard Üniversitesi’nde ekonomi doktorası yapan ve kılı kırk yararcasına aldığı eğitimin hakkını veren bir akademisyen, şeyhinin/hocasının/parti başkanının ekonomi konularındaki fikirlerini hiç eleştirmeden adeta çocukça dinleyebiliyor. Mesleği ile ilgili her konuda sorgulayan, denetleyen bu tip kişiler kendi liderlerine karşı naif bir yaklaşım içinde bulunabiliyorlar. Halbuki bu tür insanlar, bulundukları dini yapılar için bir tür “bilimsel denetleyici” rolü oynayabilirler.

Farklı İslami hareketler içinde yetişmiş ve küresel standartlarda iyi eğitim almış çok sayıda insan var. Şimdi bu kişilere çok büyük bir sorumluluk düşmektedir. Parçası oldukları farklı İslami yapılar içinde okuduklarını, duyduklarını sorgulamakla yükümlüdürler.

Türkiye’den bir örnekle bu bahsi kapatayım: İslami hareketlerin içinde yetişmiş çok sayıda kaliteli tarihçi bulunmaktadır. Bunların yüzde 95’i Osman Gazi’nin gördüğü çınar rüyasının tarihsel bir gerçek olmadığını, yani bir tür söylence olduğunu çok açık olarak bilirler. Ancak bu tip tarihsel gerçeklerle ilgisi olmayan “uydurmalara/söylencelere” yıllardır – mesleklerinin etik kurallarına aykırı olarak —  tahammül ederek çok yanlış bir tarihsel paradigmanın oluşumuna katkıda bulunmuşlardır. Ama sorun burada bitmiyor; benzer ahlak dışı tahammüller uzay bilimlerinde, biyolojide, ekonomide, hatta İslam tarihinde ve fıkhında dahi gözlemlenmektedir. Göz göre yanlışların yayılması ve benimsenmesine tahammül edilmektedir.

Eğer İslami hareket içinde yetişmiş türlü meslek ve bilimsel perspektif sahibi kişiler sorumluluk alırlarsa bu yazıda konu edilen sorunların büyük bir kısmının çözümünde önemli adımlar atılabilir. Herkes duyduğunu ve okuduğunu sahip olduğu mesleğin ölçülerine göre sorgulamalıdır. Bireyler kimseye karşı insanüstü bir varlık muamelesi yapmamalıdır. Hele bu bireyler eğitimli ve mesleki uzmanlık sahibi iseler, eğitim ve uzmanlıklarını hem manevi önder gördükleri şahısları hem de kendilerini ait hissettikleri İslami gurupları düzeltme yönünde bir fırsat olarak görmelidirler.

Yazdır