İslam dünyası geniş çaplı bir “insan hakları problemi” yaşıyor. Pek çok Müslüman ülkede din, vicdan, düşünme, anlatma, mülkiyet, ve yaşam haklarınız güven altında değil. Orta Doğu ülkelerinden Pakistan’a oradan Türkiye, Malezya’ya kadar etnik, dini, ideolojik azınlık ve muhalif iseniz işiniz çok zor.

Batı’da yaşayan ve bu haklardan istifade eden Müslümanların bile yeri geldiğinde İslam dünyasındaki otoriter figürler ile düşüp kalktıklarını, parasal ilişkiler geliştirdiklerini, onlara geniş katılımlı toplantılarda övgüler düzdüklerini, insan hakları ihlalleri karşısında duyarsızlaştıklarını görüyoruz.

Peki neden bu kadar kötü haldeyiz? Ömrünü İslami ilimleri öğrenmeye vakfetmiş din eliti dahil çok geniş bir kesim insan hakları konularında neden bu kadar duyarsız?

Kanaatimce bu sorun yalnızca ekonomik sebeplerle, liderlerin saplantılarıyla, politik ilişkilerle vs. açıklanacak bir şey değil. İnsan hakları konusunda bir medeniyet krizi yaşıyoruz ve bu krizin kökleri sandığımızdan çok daha derinde. Bu yazının amacı bunlardan birini anlamaya calışmak.

İnsan Hakları Felsefesi ve Batı

İnsan hakları bildirgesi boşlukta kendi başına ortaya çıkmış bir metin değil. Bir hukuk felsefesinin ürünü. Bu felsefenin en temel argümanı şu: İnsan hakları evrenseldir ve mutlaktır. Tartışma konusu değildir. Politik ve ekonomik şartlar ne olursa olsun bu haklar koruma altındadır. Dahası ben “insanın düşünce özgürlüğü vardır” dediğimde size bir de delil getirmek zorunda değilim. Sizi ikna etmek zorunda değilim. Olmamalıyım. İnsan dediğimde düşünce özgürlüğü de demiş olurum. Bu haklar açıktır, “bedihîdir,” ve kendi kendinin delilidir.

Bunun için insan hakları bildirgesinin son maddesi “bu bildirinin hiçbir unsuru, içinde açıklanan hak ve özgürlüklerin bir devlet, topluluk ya da bireyce ortadan kaldırılmasını amaçlayan bir etkinlik ya da girişime hak verir biçimde yorumlanamaz” der. İnsan hakları bunu bazı politik zorunluluklar karşısında feda edebileceğini düşünen ortamlarda gelişmez çünkü. Biraz zorlandığınızda bütün prensiplerinizi unutursunuz.

Mutlak ve evrensel insan hakları anlayışı Batı’da nasıl gelişmiştir peki? Bu noktada biraz hukuk ve ahlak felsefesi konuşmamız gerekiyor.

Plato‘nun meşhur Euthyphro adlı diyaloğunda Sokrat şu önemli soruyu sorar: “Bir şey Tanrı emrettiği için mi ahlakîdir, yoksa ahlakî olduğu için mi Tanrı onu emretmiştir?” Daha sonraları Leibniz de benzer bir soruyu farklı bir üslupla soracaktır: “Tanrı’nın emrettiği her şeyin iyi ve adil olduğuna inanırız… Ama bir şey Tanrı irade ettiği için mi iyidir yoksa iyi olduğu için mi Tanrı onu irade etmiştir?” (Reflections on The Common Concept of Justice).

Bu soruya vereceğiniz iki cevap var.

Ya “iyi olduğu için emretmiştir” der ve ahlakı aşkın bir varlık alanı olarak görürsünüz. Ya da “bir şey Tanrı’nın emriyle iyi ya da kötü olur” der ve ahlakı kendinde bir varlığı olmayan ancak Tanrı’nın buyruğu ile var olabilen bir değerler bütünü olarak görürsünüz.

Birinci cevap  “tabii kanun” (natural law theory) teorisine, ikincisi “ilahi buyruk” (the divine command theory) teorisine yakınlaştırır sizi. Batı felsefesi tarihinde iki istikamette de cevaplar üretilmiştir.

Plato ve Neo-Platonizm Tanrıyı en yüksek “iyi” olarak tanımlarken O’nu ahlakın yalnızca emredeni edeni değil aynı zamanda ta kendisi ve prensibi olarak görür ve birinci kampa mensuptur.

Aristo da onlara katılır. Ona göre biz hikmet ve erdem sevgisiyle yaratılırız. Ahlaki olanı gördüğümüzde tanırız. O bizden bağımsız olarak vardır. Yani ahlak biz insanların bir inşası değil var olanın keşfidir.

Benzer şekilde Thomas Aquinas –ihtimal Müslüman felsefecilerin tesiri altında– “ilahi buyruk” teorisinin karşısına “tabii kanun” teorisini koyarken birinci kampa katılır. Şeyler Tanrı’nın emriyle iyi kötü olmaz, Tanrı onları iyi ve kötü olduğu için emreder der.

Kant aynı düşünceyi daha rasyonel temelden hareketle seslendirir. Ahlakın prensipleri asla çiğnenemeyecek mutlak hükümlerdir. Evrenseldirler. Akıl onları keşfeder, icat etmez. Benzer şekilde insan kesinlikle aletleştirilemez. O bizzat maksattır. Onun hakları hiç bir zaman çiğnenemez. Bunun istisnası yoktur.

Aksi istikamette düşünenler de vardır.

Mesela, Thomas Hobbes ahlakı bizim yarattığımızı söyler. Ahlak aşkın bir şey değil bizzat bizim ürettiğimiz bir şeydir. Rasyonel, pragmatist ve bencil bireyler bir sözleşme  çerçevesinde ahlakî bir yapı kurarlar (contractualism). Bu ahlaki yapıyı da şartlara göre değiştirebilirler. Yani ahlak yok sözleşme vardır. Yeni bir sözleşme durumunda ahlaki kaideler de değişebilir.

Farklı bir açıdan Varoluşcu felsefeleri de bu ikinci kampa dahil edebiliriz. Mesela Sartre ve Camus’a göre dünya kendisinde anlamsız bir yerdir. Anlamı ve dolayısıyla ahlakı biz üretiriz. Ahlaki olmayı, öyle var olmayı biz seçeriz. Ahlak mutlak ve evrensel ve keşfedilen bir alan olmaktan ziyade sizin ürettiğiniz bir şeydir.

Postmodern filozoflar ve ateist felsefeler de genelde bu kanaattedir. Postmodernizm doğruyu fazlasıyla yerelleştirdiği için, ateizm ahlakı maddi ilişkilerden bağımsız aşkın bir alan olarak tanımlamakta zorluk çektiği için bu böyledir.

Bu listeyi uzatabiliriz ama fikir vermek için yeterlidir sanırım.

Burada bizim için önemli olan insan hakları bildirgesinin temel felsefesi itibariyle birinci kampa yakın olduğudur. Yani ahlak toplumsal sözleşmelerin izafiliğinden bağımsız, bireylerin sübjektifliğinden, politik zaruretlerden bağımsız bir şeydir. İnsan hakları evrenseldir ve mutlaktır. Onları değiştiremezsiniz. Onları isbat etmeniz temellendirmeniz gerekmez. İnsan dediğinizde aynı zamanda düşünme, ifade etme, mülkiyet vs. gibi hakların hepsini de demiş olursunuz. Hiç bir politikacı, ona fetva üreten din adamı, ideoloji, ekonomik-politik zorunluluk bu hakları elinizden alamaz.

İslam Dünyası

Sokrat’ın sorduğu soruyu Müslüman düşünürler çok erken dönemde, Kelamcılar arasında iyi-kötü, güzel-çirkin (hüsün-kubûh) üzerine yapılan tartışmalar çerçevesinde sormuşlardır. Üretilen cevaplar açısından Batı’da olduğu gibi iki kamp görmek mümkün.

Mutezile ekolü için ahlaki normlar mutlaktır. Bunları Allah bile çiğnemez. Mesela Allah hiç bir zaman “yalan söylemek iyidir, birbiriniz kandırabilirsiniz” diye bir hüküm vaz etmez. Bunu gücü yetmediği için değil ama kendi ahlaki mükemmelliğinden dolayı yapmaz. Bu O’nun için imkansızdır.

Sünni okullardan Maturidilik buna benzer bir tavır alır. Allah’ın her yaptığı hikmetlidir ve ahlaki mükemmellik içindedir. Bu bir zorunluluktan dolayı değil O’nun kereminden, cömertliğinden ve adaletinden dolayıdır.

Ibn Sina ve Farabi gibi felsefeciler için de bu böyledir. Onlara göre de ahlak ilahi faaliyeti bile sınırlar. Bundan dolayı ilahi iradeyi yadsıdıkları iddia edilir ama aslında tavırları mutlak varlığın ahlaki mükemmelliğini onun iradesine zarar vermeden izah çabasıdır.

Sofiler arasında da benzer tavırlar görürüz. Ibn Arabi, mesela, mutlak varlığın en belirleyici özelliğinin rahmet olduğunu ve sisteminde çok önemli yer tutan “vücûd” kavramının bizzat iyi ve güzelin ta kendisi olduğunu söyler. Hakk iyi ve güzel olanı emreden olduğu kadar iyi ve güzelin bizzat kendisidir.

Bütün bu ekollerde ortak olan ahlak problemini ilahi alanı bile kuşatan bir evrensellik içinde ele almalarıdır. Ahlak o kadar kuşatıcıdır ki ilahi irade bile onu dikkate alır. Ahlak bizzat Tanrı’nın kendisiyle özdeşleşir. O güzeli emretmenin ötesinde güzelin bizzat kendisidir.

İslam dünyasında bu anlayışlara karşı önemli itirazlar da var.

Eşarilik için ahlak kendinde bir değer ifade etmez. İlahi buyruk bir şeyi iyi ya da kötü yapar. Allah istese yalan söylemeyi emredebilir. Bu halde yalan iyi olur. O ne derse odur. Ahlak aklın konusu değil metnin konusudur. Ahlak evrensel ve mutlak değildir.

Eşarilerin tavrı şu noktada farklı. Diğer ekoller ahlaki alan ile ilahi alanı eşitlerken, Eşarilerin tavrı aralarındaki irtibatın kopabileceğini ima ediyor. Bundan dolayı da ahlak mutlak değil  değişken ve görece bir hal alıyor. Eğer temel çıkış noktanız bu ise o halde hiç bir zaman değişmeyen hukuki kaidelere ulaşmanız zorlaşıyor. Bu da insan hakları felsefesinden uzaklaştırıyor.

Eşari ekolü İslam entelektüel tarihinde diğer ekollerden daha etkili olmuştur. Daha doğrusu İslam medeniyeti tercihini geniş çaplı olarak bu yönde kullanmıştır. Bu da hukuk felsefelerinin ve pratiklerinin oluşumuna etki etmiştir.

Sonuç

Burada bizim için önemli olan şudur. Eşariler’in önerdiği ahlak felsefesi açısından insan haklarının evrenselci ve mutlakçı yaklaşımını temellendirmek çok zor. Çünkü bu ekol temel argümanından dolayı ahlakı izafileştiriyor. Eğer “ilahi buyruk” her şeyin prensibi ise ve “ilahi buyruk” değiştiğinde yalan söylememek gibi en doğru bildiğimiz ahlaki kaidelerden bile vazgeçebileceksek o halde ilahi buyruğu yorumlayabileceğini düşünen bir politikacı ya da onun arkasındaki din eliti ahlaki olanın belirleyicisi haline geliyor.

Ahlakın Tanrı ile irtibatının koparılabileceğini düşündüğünüz an onu rahatlıkla politize edebiliyorsunuz. Politik-ekonomik-kültürel şartları bahane ederek insan haklarından kolaylıkla uzaklaşabiliyorsunuz. Bu paradigma içinde kaldığınız müddetçe de bu problemli hale karşı felsefi bir savunma geliştiremiyorsunuz. Bunun ancak tutarsızlığa düşmek pahasına yapabilirsiniz.

İslam hukuk geleneği Eşariler’in temelini attığı ahlak ve hukuk felsefesi çerçevesi içinde düşünüyor görünüyor. Hakim tavır bu en azından. Müslümanların ahlakı ve hukuku izafileştiren ve dolayısıyla keyfileştiren bu felsefi eğilimlere karşı yeterli bağışıklık mekanizmaları geliştirdiklerini söylemek zor.

Bunun için, sanırım, mesela insan özgürlüğünü mutlaklaştırıp köleliği toptan kaldıracak bir hukuki hamleyi yüzyıllar boyunca yapmamışlar, yapamamışlar. Çünkü bu tür hukuki hamleleri mutlaklaştırma ve evrenselleştirme çabalarının önünü kesiyor hakim teolojik paradigma. Benzer şekilde düşünme, konuşma, mülkiyet hakkı gibi özgürlükleri evrensel ve mutlak doğrular olarak ele almanıza izin vermiyor. Bu büyük bir problem. Hem de çok büyük…

Müslümanlar bir medeniyet krizi yaşıyor ve bu krizin düşünsel kökleri çok derinlerde. Bununla yüzleşmeden yüzeysel tedbirlerle bir iyileşme çok mümkün görünmüyor.

Not: Bu konuyla alakalı olarak İslam dünyasındaki ahlak krizinin sebepleri üzerine düşündüğüm “Dindar Ama Ahlaksız Olmanın Kodları” başlıklı yazıma da bakabilirsiniz.

Yazdır